Can çocuk,
Diyorsun ki gül kokulu mektubunda, “Komşumuz Ayten öğretmen geldi evimize, geçenlerde bir akşamüstü. İri gözleri, yağmaya hazır iki buluttu sanki. Hani, bir dokun bin ah işit, derler ya; işte öyleydi. Sonunda daha fazla tutamadı dişleriyle hapsettiği dilini, döktü içini…
Çocuk Kitapları Haftası’nda okula kitaplarını sırtlanmış, güngörmüş, oldukça da tanınmış bir yazar gelmiş. Yetkililerle önceden yaptığı ön görüşme gereği kitaplarını imzalamak ve öğrencilere kitap sevgisi kazandırmak için… Söylediğine göre, ne kendisinin ne de diğer öğretmen arkadaşlarının bu etkinlikten haberi yokmuş.
Dersteymiş. Sınıfın kapısı çalınmış.
Nöbetçi öğrenci sınıfa girmiş.
“Öğrencileri salona indirecekmişsiniz, müdürümüzün emri, çünkü yazarı dinleme ve kitaplarını alma sırası sizin sınıftaymış öğretmenim,” demiş nöbetçi ve gitmiş. Boynunu bükmüş ve ikinci sınıf öğrencilerini sıraya koyup salona götürmüş. Salon, ana baba günüymüş. Çığlık çığlığa çocuklar. Bir yazardan imzalı kitap almanın sevinciyle… Bir yolunu bulup müdüre sokulmuş. Velilerin sorun yaratabileceklerinden, çünkü önceden haberdar edilmedikleri için istekli olup olmadıklarını bilmediklerinden ve sonra çocukların parasız olduklarından söz etmiş, ivedilikle.
Müdür, alınan kitapların ve ederlerinin listesini çıkarmasını, her öğrencinin kitap almasını sağlamasını belirtip kesmiş sözünü.
O da kitaplarından tanıdığı yazara iyice yaklaşmış. Kendi kızı için son iki kitabını imzalatmış. Bir yandan da kısa tümcelerle yazdıklarını beğendiğini söylemiş. Yazar da şöyle bir başını kaldırıp gülümsemiş ve başını eğerek teşekkür etmiş kendince. Sonra da bütün öğrencilere, kısa sözcüklerle ve çalakalem imzalamaya koyulmuş kitaplarını.
Ayten öğretmen şaşırmış, çünkü çocukların seviyelerinin çok üstündeymiş imzaladığı kitaplar. Söylemiş yazara, neden böyle diye. Yazar da ‘Onlardan ne ekmek isteyecek ne de su. Büyüyünce okurlar öğretmenim,’ karşılığını almış.
Ve yazar gitmiş sonunda.
Ertesi gün imzalı kitapları okula getirenler olmuş.
Velilerle, okul yöneticileri ve öğretmenleri arasında kısır bir tartışma başlamış. Kimi imzalı kitapları geri götürmüş bağıra çağıra. Kimi orada paramparça etmiş. Kimi de okul müdürünün önüne fırlatıp gitmiş.
Yazar aranmış. Durum açıklanmış.
Yazar, imzalanmış kitapları hiçbir koşulda iade edemeyeceklerini belirtmiş.
Parasını istemiş. Kitapların parası okula bırakılan yüzdeden, okul aile birliğinin gelirinden ve yöneticilerle iyi ilişki içinde bulunan velilerden karşılanmış sonunda ve yazara gönderilmiş.
Ayten öğretmen, yazdıklarını çok sevdiği bu yazarı da en azından çocukların seviyelerini hesaba katmadan böyle bir etkinliğe soyunan müdür kadar anlayamadığını söyleyip durdu. İnsan yazdıklarıyla bu denli çelişir mi diye sordu anneme, sözünün sonunda.
Derken böylece onları dinleyen babam atıldı:
‘Ayten kardeşim, hiç üzülme. Böyleleri, egemen edebiyat ortamının sonuçlarıdır. Önceden de vardı, yarın da olacak, biz onların maskelerini çıkartmadıkça,’ dedi.
Soruyorum, yazarlarımızın çoğu böyle midir?
Yani, yazdıkları başka, kişilikleri başka mıdır?”
Sevgili Günışığı,
Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Dilim, damağım kurudu. Hep olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olanlardan oldum. Bazıları gibi yüzümde bin bir maske ile çıkmadım insan içine. İşte bu türden yüzlerce sebep yüzünden İslâm’ın peygamberine atfedilen, ‘Ben Arap’ım ama Arap benden değil,’ hadisinden ödünçle ‘ben edebiyatçıyım ama çoğu edebiyatçı benim gibi değil,’ derim. Ve karşılaştığım insana göre maskeyle görünmek için Mandrake olmadım. Herkese göre bir maske taşımak ve bu maskelerin altındaki yüzsüzlüğü gizleyebilmek gerçekten de büyük beceri gerektiriyor düşüncesindeyim.
Mektubundaki “yazar”(!) gibileri ne yazık ki var çevremizde. Bir pergel gibi dolaştım bunların arasında. Onları tanıdıkça da uzaklaştım. Sanal dostluklarından, tümcelerinden ve kirlenmiş ilişkilerinden nefret ettim. Yanlışlarını ve eksikliklerini yüksek sesle ifade etmekten, yazmaktan geri durmadım. Bu yüzden sevilmedim. Hep kavak ağacı gibi doğru olmaya çalıştım. Kimine göre “yılandili”, kimine göre “atsineği” oldum. Olanaklarını kullanıp “medyapos” tanrılarına kurban ettiler beni kendilerince.
Oysa halkın da, gerçek edebiyatseverlerin de gelecekte onları sonsuz yokluğa “mahkûm” edeceğini düşünemiyorlar. Başkalarının gözlerindeki küçücük saman çöplerini görenler, kendi gözlerindeki mertekler gösterildiğinde bütün güçleriyle saldırıya geçiyorlar. Kendi arsızlarını, hırsızlarını, çıkarlarını çok seviyorlar. Eleştirinin bir çeşit sahiplenme olduğunu kabullenmiyorlar ve tu kaka yapmak olduğunu düşünüyorlar. Yani dediğin olguya geldikte, böylelerinin dünya görüşü ile edebi yaratıcılıkları(!) arasındaki bağlantıyı anımsamamız gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü bir yazarın çağının yaşayışı ve sorunlarıyla ilgili görüşleri, eylemleri ve yazdıkları eğer yapıtlarına yansımıyorsa, nasıl yansıttığının hesabını yapmıyorsa, bırakalım içeriden, dışarıdan bile gerçekçi davranamıyorsa ondan kendine de ha yır gelmez.
Hangilerinden söz etsem ki önce…
Arkasından çok konuştuğu dergi yöneticilerine yazılarını, yayınevi sahiplerine dosyalarını yayımlatmak için köçeklerden daha iyi kıvırtanları mı? Hiç sevmediği, elinden gelse yaşamını bitireceği şair, öykücü, eleştirmeni, tanıtımcıları kendisinden, yapıtlarından veya çevresindeki dalkavuk yazarların ürünlerinden çok iyi söz ediyorlarsa kapıda karşılayan dergicilerden, gazetecilerden mi?
Yazlık ve kışlıklarında otlamalarına ortam hazırladığı medyatik yayıncılardan, eleştirmenlerden ve dergicilerden referansçılar kotarıp sanal yazar olanlardan mı? Çıkar ilişkileriyle ünlenmiş yayınevlerinden birinin kitaplarını yayımlaması ve yayımlananın da yeni baskısını yapması için çeşitli illerdeki arkadaşlarını, dostlarını ve birinci derecedeki akrabalarını devreye sokarak kitaplarını toptan getirten veya -çok satan yazar olmak imajı yüzünden- satın alan yazarları mı?
Bir ilkokul öğrencisi düzeyinde dahi dilbilgisi bilmediği hâlde öyküsünü, şiirini yakın çevresinden uzağa doğru -dilbilgisini kendisinden da ha çok bilen- dostlarına, arkadaşlarına düzelttirip, yani bir tür yeniden yazdırıp, orda burda yayımlatan sözde şairleri, öykücüleri mi?
Kimden söz etsem ki…
Bu örnekler çok, ama yine de ümitsiz olmamak gerekir. Çünkü böylelerinin karşısında edebi yaratıcılığı ile dünya görüşü, kişiliği örtüşenler var. Yazar, dergici, yayıncı, eleştirmen…
Sevgili Günışığı,
Onlar kendilerini yok ediyorlar zaten, ama biz de o yok oluşu hızlandırmalıyız, unutma. Şimdi, sana çoktandır anlatmak istediğim bir yazar var. İstersen, bu tatsız konuya bir nokta değilse de virgül koyarak ondan söz edeyim biraz da.
O, kendisi için söyleyeceklerimi hak ediyor.
Ben onunla ilk nerede, nasıl ve ne zaman tanıştığımı anımsamıyorum.
Dünyaya geldiğimden beri tanışıyormuşuz, birlikte büyümüşüz, aynı sokaklarda oynamışız, aynı okullarda okumuşuz, aynı alanlarda, gelecek ve sizler için yüreklerimizi ortaya koymuşuz gibi duyumsuyorum.
İnsan vardır, çıkarcıdır ve hep kaybeder sonunda. İnsan vardır, yarınını düşünür ve en yakınını dahi kullanmaktan geri durmaz. İnsan vardır, kıskanç ve bencildir. Benzer biçimlerde şairler, öykücüler, yazarlar da vardır. Alçakgönüllülük ne gezer. Azıcık utanmasalar, boyunların da “biz şuyuz” logolarıyla sokağa çıkacaklar. Kimi insan da “insan gibi yazar”dır. Empatiktir. Özgün ve yetkin bir ya-zar bile olduğundan söz etmez. Göründüğü gibidir. Sessiz, sevecen. Dostluktan yanadır, arkadaşlıktan ve yoldaşlıktan. Ahmet ARİF:
Dostuna yarasını gösterir gibi
Bir salkım söğüde su verir gibi
Öyle derin, öyle içten…
Bir özge Marko Paşa’dır. Konuşulanları, kartalın yüksekten gözlemesi gibi içselleştirir. Yere sağlam basar.
Kim mi bu yazar?
Mehmet Atilla!
Belki de elimizde değil, içsel bir dostluğun altyapısı, ortak yaşamışlığımızdan veya içine doğduğumuz kültürden besleniyor.

Can Çocuk,
O, içindeki şair çocuğun susamış olduğu dil ve yapıt pınarını iyi biliyor, en azından kendisinden biliyor. Bu yüzden her kitabı öyle bir sorumluluğun sonucudur dersem, abartmamış olduğumu düşün e mi. Oturmuş da sana nelerden söz ediyorum, zayıf bir olasılık da olsa onu tanımadığını düşünemiyorum. İşte böyle bir olasılığı düşünüyorum ve onun öz yaşam öyküsünü anlatmaya geçiyorum.
1959’da Bodrum’da doğmuş. İlk ve orta öğrenimini Turgut Reis kasabasında, liseyi İzmir’de tamamlamış. Ardından Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunu bitirmiş (1979). Samsun’da, Yozgat’ta öğretmenlik yapmış. Kendi yalnızlığını büyütmemek için, yanında arkadaş olarak taşıdığı kitaplarına, yazmayı da katmış. Böylece bir üçlü çete oluşturmuş. Bulunduğu yerleri, birlikte olduğu insanları gözlemiş. Tanığı olduğu yerlerden, kişilerden ve olaylardan kendince istediğini almış ve içinde yeniden yaratarak şiir, öykü ve çocuk kitabı yapıp bize geri vermiş.

1990’da İzmir’e gelmiş. İzmir, onun yazmak sevdasını daha da büyütmüş. Şiirleri, öyküleri bir- çok dergide yayımlanmaya başlamış. Derken yapıtlarının karşılığını ödüller olarak geri almış. Ondan fazla ödülü var onun. Art arda kitapları yayımlanmış. Önce İNGİLTERE’DEN GELEN KONUK, (Aysu ile Josephine adlarındaki iki genç kızın arkadaşlıklarını, yaşama ait deneyimlerini akıcı bir dille ve zaman zaman bir duygu seline çekecek biçimde okurunu aktarmış.) Sonra, BENİM ADIM ZEYBEK (Bir köpeğin dilinden aktarılan özgün bir fabl denebilir. Sürükleyici ve çocuklar için oldukça da ilginç.) DEFTERİM IŞIK SAÇIYOR Çeşitli konularla ilgili ve içten bir duyarlılıkla işlenmiş 27 çocuk şiiri. Yirmi beşten fazla çocuk ve ilk gençlik kitabı var. Bir elin parmak sayısı kadar da yetişkinler için yazdığı şiir ve roman var. 2003’te emekli oldu. İzmir’de olduğu zamanlarda sık görüştüğüm kişilerdendi. 2009 yılından sonra Turgutreis’e döndü. Ata yurdunda yaşayıp yazıyor burnunun direğini sızlatan gerçeklikleri, kurguyla da harmanlayarak…
Önce bomboştu defterim
Kendi kendine yalnız
Köşede dururdu öyle suskun ve anlamsız
Aklıma esti de bir gün
Doldurdum içini şiirle
Kabarışını gördüm sayfaların
Elimden akan nehirlerle
Şimdi kim görse onu
Başka bir zevkle açılıyor
Yol gösteriyor herkese
(Defterim ışık saçıyor)
Dalgalar Nereye Akıyor (Fırtınada bir adaya doğru sürüklenen Yankı’nın serüveni. Daha doğrusu Ege’nin iki yakasındaki insanların olması gereken dostluklarının Yankı ile Yannis’in şahsında belirginleşmesi).
UZAYDAKİ KARANFİL (Üç uzun öykünün bir arada olduğu ve elden bırakılmadan bir solukta okunan bir başka çalışması)
BİLGİSAYARDAKİ SAKLAMBAÇ (Beş öyküden oluşan bir kitap. Çocuklar kadar büyüklerin de okumaları gerektiğine inanıyorum)
YÜZÜMDEKİ KlRLANGIÇ GÖLGESİ (Yaşamları bir kıyı kasabasında kesişen iki gencin romanı. Kırlangıçlar gibi bir anda gelip, bir anda kaybolan genç kızın gölgesi artık kasabanın her yerindedir. Hüküm sürense yalnızca aşklar.)
GÖZLERİNDE GECE YOK (Bu romanda bir açmazın içinde çırpınan yorgun bir gençle, onunla birlikte sürüklenmeyi göze alan inatçı bir genç kızın serüven dolu öyküsü anlatılıyor.)