Son hızla ve envai çeşit dalavereyle Meclis’ten geçirdikleri anayasa ile değiştirmeye çalıştıkları rejimin, yani parlamenter demokrasinin kökleri, bilindiği gibi Fransız Devrimi’ne dayanıyor. Kilise ile sarayın el ele vererek köleleştirdiği köylüler ve şehirlerde barbarca koşullar altında çalışan işçiler için, burjuvazinin önerdiği “yeni toplum” bir umut olmuş, soylu toprak beyleri ile son hesaplaşmayı ancak halk yığınlarının desteği ile tamamlayan burjuva sınıfı, hemen devrimin ertesinde “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” şiarını terk etmekte bir an bile tereddüt etmemişti.
Barikatların en önünde savaşan kadınlar, köylüler, işçiler yeni kurulan parlamenter rejimde yönetenlerin arasında olmak şöyle dursun, yönetenleri seçme hakkından bile yoksun bırakıldılar. Soyluluğun ayrıcalıklarının yerini, edinilmiş zenginliğin ayrıcalıkları aldı. Tebaanın yerini alan ulus kavramının içinde, yoksullar yine yer bulamadılar. Kilisenin ilettiği mutlak tanrısal kaderin yerini, bu kez serbest piyasanın mutlak acımasızlığı aldı. Ancak burjuva devrimlerinin ardından eski rejimin yeniden iktidarı ele alma savaşlarında, yoksul halk her zaman “demokrasi”nin yanında yer almaya devam etti. Burjuvazi iktidarı ele geçiren her kimse, onunla bir şekilde uzlaşarak sınıfsal çıkarlarını sağlama almayı başarırken, onun savunduğu demokrasinin sahibi artık yoksul halk yığınları oluyordu. Neden?
Çünkü yoksul sınıflar da, en az burjuvazi kadar, bu yeni toplumun başka bir dünyayı da içinde taşıdığının farkındaydılar. Toprak köleliğine ve insanlık dışı çalışma koşullarına karşı “özgür” emek sahibi olmanın, kendilerine başka bir dünyanın kapısını araladığını görüyorlar; çoğunun gerçeklikte karşılığı olmasa da anayasal haklara sahip olmanın ileriye doğru atılmış kocaman bir adım olduğunu biliyorlardı.
Her devrim, yerleşik sınıfsal ve toplumsal ilişkileri altüst eder ve hiçbir sınıf bu altüst oluşun dışında kalamaz. Burjuva devrimlerinin kendisiyle beraber taşıdığı, taşımak zorunda olduğu teorik, pratik, ideolojik, sanatsal argümanlar da, bu altüst oluşa eşlik ederek eski’nin karşısına dikiliyor ve yepyeni bir dünya için yol gösterici oluyordu. Jean Jacques Rousseau’dan Emile Zola’ya, Victor Hugo’dan Diderot’ya kadar mutlak dogmalara karşı aklı ve ortaçağın karanlığına karşı Aydınlanma’yı savunan yazar ve düşünürler, insanlığın düşünsel dünyasında dev bir dalgalanma yaratarak bambaşka bir ufuk açtılar. İşte bu, “şişeden çıkan cin”di; bir kez çıktı mı bir daha şişenin içine geri dönmesi mümkün olmayan “özgürlük, eşitlik ve başka bir dünya” hayali…
Tam da bu nedenle, burjuvazinin kendi varoluş ideallerine sahip çıkması çok kısa sürdü; çünkü o, daha en başında, şişeden çıkan cin’in bir gün kendisine yöneleceğini biliyor ve bunu sonsuza kadar ertelemek için, tarih sahnesine girdiği anda omurgasını bir kıyıya fırlatıp atıyordu!
Yine bu nedenle, işçi sınıfı başta olmak üzere yoksul sınıflar onun çıkarıp attığı ilkelere sahip çıktılar ve devrimin kâğıt üzerinde kalan şiarlarını hayata geçirmek üzere mücadele ettiler.
Yoksulları teğet geçen “büyük” ihtilal
1789 Devrimi’nin ardından yaşanan çalkantılı dönemlerin sonunda iktidarı ele geçiren, aristokrasinin temsilcisi Louis Bonaparte, eski rejimi canlandırmaya çalışıyor ve devrim sırasında halka dağıtılan toprakları kiliseye iade ediyor, eğitimi yeniden dinsel otoriteye bağımlı kılıyordu. Krallık yanlıları rejimi güçlendirmek için adımlar atarken, sınıf mücadelesinin belirlediği tarih ise kendi bildiği gibi akıyor ve burjuva sınıfı her şeye rağmen ekonomik olarak güçleniyordu. Hanedanın devleti, tam bir körleşme içinde, tarihin çöplüğüne doğru süpürülen sınıfın temsilcisi olmayı sürdürüyordu.
Burjuvazi siyasi muhalefetini sürdürürken Sansculottes (Baldırı çıplaklar) adı verilen ve işçilerden, kent yoksullarından ve yoksul esnaftan oluşan bir hareket ortaya çıktı ve sokaklarda sesini yükseltmeye başladı. Ortak paydaları soylu sınıfın ayrıcalıklarına karşı yoksulların sesini yükseltmekti. Burjuvazi, yoksul halkın bu haklı çığlığını kendi sınıfsal çıkarının peşine takabileceğini görüyordu ve yayın organı National vasıtasıyla halkı sokaklara çağırdı. Temmuz 1830’da yoksul halkın sokaklardaki direnişi, Bourbon hanedanının iktidarına, yani eski rejime son verdi. Devrimin bu noktasında burjuvazinin talebi ne cumhuriyetti, ne de genel oy hakkı; serbest piyasayı yürütebilecek kadar “özgürlük” ve yoksul halkın namlularının kendilerine çevrilmemesini sağlayacak kadar sağlam bir siyasi rejim onların tek talebiydi. Kral Louis Philippe döneminde burjuvaziye kaynak aktarılırken, vaat edilen devrim, yoksulları elbette teğet geçmişti. İşçi sınıfı günde 13-14 saat çalışıyor, sağlıksız konut ve fabrikalarda, çok zor koşullarda yaşamını sürdürüyordu. Köylerde tamamlanamayan toprak devrimi, yoksul köylüleri açlık içinde yaşamaya mahkûm etmişti. 1845-46’da tüm Avrupa’yı etkisi altına alarak tarım ürünlerinde büyük zarara yol açan Patates Hastalığı, açlığın ve ölümün salgın halinde yayılmasına sebep olmuştu.
Lyon’lu dokumacılar dövüşerek öldüler
Devrimden beklediklerini bulamayan ve gerçek bir “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” talep eden yoksullar, Paris başta olmak üzere birçok şehirde kurulan işçi derneklerinde örgütlenmeye başladılar. İnsan Hakları Topluluğu, Halkın Dostları Derneği bunlar arasında en güçlü ve yaygın olanlarıydı. Örgütlü direnişin ilk patlak verdiği olay, 1831 Lyon ayaklanması oldu. Dokumacılığın çok geliştiği şehirde, dokuma fabrikalarında çalışma koşulları çok ağırdı. İşlikleri terk edip şehir merkezine yürüyüşe geçen işçilerin elinde “Çalışarak yaşamak veya dövüşerek ölmek” yazılı bir pankart vardı. Tarihin ilk büyük işçi ayaklanmasına sahne olan bu ayaklanma kanla bastırıldı ancak isyanların ardı arkası kesilmedi. Lyon ayaklanması işçi sınıfı ile burjuvazinin ilk hesaplaşması olarak yeni bir dönemi başlatıyordu. Nitekim, 1834’te yine Lyon ve ardından 1839’da Paris’te işçiler sokaklara döküldü, 8 saatlik işgünü için yapılan grev dalgası giderek yayıldı ve genel grev halini aldı. 1840’lar boyunca süren isyan, 1848 Şubat’ında iç savaşa dönüştü.
1 Şubat 1848: Komünist Manifesto
Avrupa’da isyan dalga dalga yayılırken, Karl Marx ve Friedrich Engels, 1 Şubat 1848’de birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’yu yayınladılar. Manifesto, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti” diye başlıyor ve emekçi sınıfın, burjuvazinin tam bir rahata ermesini daima engelleyecek bir “mezar kazıcı” olarak tarihteki rolünü anlatıyordu.
Manifesto yayınlandığında, aslında işçilerden söz eden sadece o değildi. Avrupa’da emekçi sınıflara ve yoksullara ihanet eden burjuva devrimlerinin yarattığı huzursuzluk ve isyanlar arasında “sosyalizm” adını anan birçok akım vardı. Ancak bunlar, kapitalizmi hedef almadan emekçi sınıfların durumundaki kısmi iyileştirmelere bel bağlayan reformcular veya “kurtarılmış adacıklar”ın toplumu ıslah edeceğini düşünen ütopyacılardı.
Marx ve Engels’in yönetiminde bulunduğu Komünistler Birliği ise bu düşünceleri aşarak işçilerin birliğini savundular. Komünist Manifesto, kısa sürede devrimci taleplerle isyan eden işçilerin, devrimci ve komünistlerin sarsılmaz ilkeleri haline geldi. Çünkü Manifesto, onların neden “kaybettiğini” açıklıyor ve hareketin devrimci taleplerine cevap veriyordu.
1848’den bugüne, Komünist Manifesto’yla bütün ezilenlerin yolunu aydınlatan Marksizmi binlerce kez “çürüttüler” ama tekrar ve tekrar “çürütmek” için uğraşmaya devam ediyorlar! Hep “artık bitti” dediler, ama periyodik olarak bunu demeye devam ediyorlar, çünkü bitmediğini, yeryüzünde ezenler ve ezilenler var oldukça bitmeyeceğini onlar da çok iyi biliyorlar.
Şubat 1848: “Umutsuzların ayaklanması”
Dönelim, Manifesto’nun yayınlandığı 1848 Şubat’ına. Fransa’da hanedanla uzlaşan finans sermayesinin, ekonomik krizi emekçi sınıfların sırtına yüklemesi, toplumsal muhalefeti tırmandırıyor ve halkın geniş kesimleri 22 Şubat’ta toplanarak ortak bir talep etrafında birleşiyordu: Köklü ve eşitlikçi bir seçim reformu.
Muhafazakâr krallığa karşı ayağa kalkan Paris halkı, 22 Şubat 1848’de bir gösteri düzenlemek istedi. Ancak hükümet bu gösteriyi yasakladığını açıkladı ve Halk Cephesi içindeki liberal burjuvazi yasağa uyarken, işçiler ve öğrenciler tüm güçleriyle gösteriye katıldılar. 24 Şubat günü hükümet birlikleri göstericilerin üzerine ateş açtığında, bütün Avrupa’ya yayılacak bir devrim ateşini başlattığını bilmiyordu. Ancak eşitlikçi bir sistem isteyen emekçi halk, gösteriyi devrimci bir isyana dönüştürdü. Kısa zamanda şehirdeki emniyet müdürlükleri, postane, kışla ve mühimmat depolarını ele geçirdi. Şehir baştan başa kızıl bayraklarla donatılmıştı. Kral Louis-Philippe İngiltere’ye kaçtı ve işçi temsilcileri iktidarı ele geçirdiler.
Hareket devrimci bir girişimdi ancak içinde sosyalistlerin yanı sıra burjuva demokratlar ve reformcular da vardı. Bu unsurlar hareketin devrimci bir hükümet kurma iradesini sekteye uğratmakta başarılı oldular. Geçici hükümetin, bir bildiri yayınlayarak işçilere iş güvencesinin sağlandığını beyan etmesi ve bu sözün hayata geçirilmesi için Ulusal İşlikler kurulması önemli bir adımdı ancak giderek burjuvaların eline geçen hükümet, reformcu sosyalist Louis Blanc’ın da “katkıları” ile devrimci sürecin reformlara indirgenmesine yol açtı. 13 Mayıs’ta burjuvazinin güçlendiği hükümet, Ulusal işliklerin kapanmasına karar verdi. Bu, işliklerde toplanan işçilerin geldikleri şehirlere geri gönderilmesi anlamına geliyordu. Bu arada eşit oy sistemine dayanmayan bir seçim reformu da kabul edildi.
Kralın devrilmesinden sonra kurulan geçici hükümeti Marx şöyle anlatıyordu: “Geçici hükümet Temmuz monarşisini birlikte deviren, ama çıkarları birbiriyle çatışan farklı sınıflar arasındaki uzlaşmadan başka bir şey değildi. Cumhuriyetçi küçük burjuvazi temsilcisi Redru Rollin, liberal burjuvazinin temsilcisi Thiers ve işçilerin temsilcileri Luis Blanc ve Albert.”
İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hesaplaşma yaz mevsimine kadar sürdü. Geçici hükümet, ulusal ordu ihtiyacını karşılamak için bir muhafız birliği oluşturmuştu ve bu birliğin içinde sosyalizm düşmanı olan, çoğu artık küçük toprak sahibi olup mülklerini “tehlikeli” isyanlara karşı korumak isteyen gönüllü köylüler çoğunluktaydı. Bunlar, muhafazakâr düşüncelere kolaylıkla yaklaşan köylülerin desteğini alarak işçi sınıfına ve devrime karşı kışkırttılar. Sonunda devrimi burjuvazinin çıkarları uğruna boğmak için askeri birliklerin başına getirilen General Cavaignac komutasında, işçi mahalleleri top ateşine tutuldu. 25-26 Haziran’da çatışma halini alan hesaplaşma, kaçınılmaz olarak burjuvazi lehine sonuçlandı. Marx’ın deyimiyle işçi sınıfının ayaklanması bu noktadan sonra “umutsuzluğun ayaklanması”ydı. Dört gün boyunca direnen Paris işçilerine Kuzey Afrika’dan getirtilen askeri birliklerle saldırdılar. Saldırılar sonucunda binlerce işçi hayatını kaybetti, 25 bin devrimci tutuklanarak hapse atıldı, işçi önderi olan 3500 kişi ülkeden kovularak sürgün edildi.
Artık meşru olan tek güç hükümetti ve devrimci süreci ilerletmek isteyen herkes “bozguncu”! Ünlü edebiyatçı Alexandre Dumas, o zamanın (ve her zamanın) egemen ideolojisini çok iyi özetleyen şu cümleleri yazıyordu: “Teröristler ülkeyi yıkmak için, sosyalistler aileleri dağıtmak için ve komünistler de özel mülkiyeti yıkmak için harekete geçtiler.”
Bu sözleri okuyup da, tarihin günü bir gölge gibi takip ettiğine inanmamak mümkün değil! Ya da bütün iktidarların her daim aynı söylemlere başvurmasından yola çıkarak, akıl ve dağarcıklarına fazla bir şey eklememiş olduklarına…
Bitmedi, bitmeyecek
Paris işçileri ve 1848 Devrimi, Fransa’da yenildi ama bu tarihi ayaklanma Fransa ile sınırlı kalmadı, bütün Avrupa’ya yayıldı. Şubat devrimi, Avrupa’yı altüst eden bir yangının kıvılcımı oldu. Avrupa’nın dört bir yanında başta işçiler olmak üzere, tüm yoksullar sokaklara döküldü. Avusturya-Macaristan, İtalya, Almanya, Polonya, Romanya ayaklanmalarla sarsıldı ve krallık rejimleri art arda yıkıldı ya da parlamenter rejimi tesis etmek zorunda kaldılar. 22 Şubat Paris ayaklanmasının ardından, 11 Mart’ta Viyana ve Prag’da, 17 Mart’ta da Berlin’de yoksul halk acımasız sisteme başkaldırdı.
İtalya’da isyan önce Sicilya’da başladı, ardından Piemonte, Roma, Venedik ve Milano’ya sıçradı. Krallık rejimleri tavizler veriyor, baskıyı artırıyor ama isyanı durdurmayı başaramıyordu. Almanya’da halk hareketinde burjuva etkisi daha fazlayken Avusturya’da işçiler ısrarlı mücadeleleriyle siyasal haklar elde ettiler. Macaristan, İtalya ve Çekoslovakya’da bağımsızlık hareketleri güç kazandı. Berlin’de yapılan gösteriler karşısında Prusya kralı göstericilerin taleplerini kabul ederek parlamento seçimlerinin yapılmasını, bir anayasa hazırlanmasını ve basın özgürlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Viyana’da 1848 yılı boyunca 4 defa hükümet değişti ve krallığın tebaası olan Çekler, İtalyanlar, Lehler, Sırplar, Hırvatlar, Slovaklar, Romenler ve Macarlar arasında başlayan bağımsızlık hareketleri, bağımsızlık savaşına dönüştü. Macaristan’da kurulan geçici hükümet Avusturya İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını ilan etti. Polonya’da Prusya egemenliğine, Romanya’da ise Rus Çarlığı’na karşı halk ayaklanmaları başladı. Yüzyılın sonuna doğru krallık rejimlerinin çoğu, egemenliği altındaki ülkelere bağımsızlığını tanımış, burjuvazinin talep ettiği ölçüde bir parlamenter rejimi hayata geçirmiş durumdaydı.
Geleceğin bayrağı bizim elimizde
Komünist Manifesto; sola bulaşmış herkesin ezbere bildiği ama hayatı ve tarihi açıklamak için bir kılavuz olarak kullanıp kullanmadığı hayli belirsiz şu temel önermeye dayanır: “Günümüze dek bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir.”
Son yıllarda içinden geçmekte olduğumuz karanlık dönemde yapılan “merkez-çevre”, “askeri vesayet-sivil toplum” gibi analizlere baktığımızda liberalizmin sol içinde nasıl güçlü bir biçimde yer etmiş olduğunu anlamak mümkün. “Büyük anlatıların sonu” derken liberal post-modernler, esas hedefleri Marksizm ve onun gösterdiği devrimler tarihiydi. Bir ölçüde başardılar, bugün dünyayı sarsan devrimler çağında değiliz. Devrimci mücadele geleneği, yeni bir keşifmiş gibi İmparatorluk benzeri kitaplarla sunulan reformculuk ile “kurtarılmış adacıklar” öneren yaşam alanı savunuculuğu ile bulanıklaşmış durumda.
Türkiye’de ise bugün, burjuva parlamenter rejiminden daha da geriye itilmekle tehdit ediliyoruz. Parlamenter rejimi, kuşkusuz “ideal” olarak savunmuyoruz; daha 1848’de Marx’ın tespit ettiği gibi “Burjuva cumhuriyetinin yüzündeki peçe” çoktan kalkmış durumda. Burjuvazi 1848’den bu yana, ilerici bir yanı kalmadığını, tersine kendi devrim şiarlarını daha ilk anda sattığını ve her zaman satacağını açıkça gösteriyor. Tam da bu yüzden, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” bayrağını artık taşıması gerekenler bizleriz. Devrimin şiarlarını güçlü bir biçimde taşımanın, onları daha ileriye taşımak üzere devralmak demek olduğunu biliyoruz.
Bizi tarihin karanlık dönemlerine sürüklemek isteyenlere,
Geleceği düşlerken bugünümüzü elimizden almaya çalışanlara,
Bizi, büyük devrimler çağında söylenip tutulmayan “özgürlük ve eşitlik” sözünden daha geriye itmeye niyetlenenlere,
Bir kez daha, tüm gücümüzle sesleniyoruz: #HAYIR