Masaya oturdum, aklımdakileri yazmak için. Masa, sürekli yeniden başlamak zorunda kalanlara özgü bir sadelikte ve karmaşada. Masanın üzerinde olanlar ve olmayanlar, aktarılan geçmişin, fırlatıldığımız geleceğin sembolü. Bu yüzden masama oturmuyorum hiç, yatağıma uzanamıyorum veya koltuğumda keyif yapamıyorum.
Masadaki giderken hediye etmeye hazır olduğum çiçeğime, fincanıma ve yarımı yanımda taşıdığım fotoğraflarıma bakıyorum ki nefes alabileyim. Masada aldığım notlar, bir projeler mezarlığı; kalemlerim ise dönüm noktalarımın ödülleri veya yanımdaki nişaneleri, umutları. Kitaplarıma bakıyorum, gittiğim yerde biriktirdiğim hazinemin parçası onlar. Bir kısmı ise öyle umutla, hesapsız şefkat ve içtenlikle yüreğime ve kitaplığıma giriverdi, dostlarım gibi, onlardan birer parça olarak.
Sürekli yeniden başlamak zorunda kalan insanlara özgü bir neşem ve hüznüm var benim. Yerleşik melankolilerim olmadı hiç. Her şeyin fotoğrafını çekme adetim de buradan gelme. Taşımayacağımı veya kaybedeceğimi düşünmekten ziyade karşılaşmaların şefkatini aramaktan. Belgelerimin, kitaplarımın, kokulu çiçeklerin ve hatta fotoğrafların. İnsanların fotoğrafını çekme konusunda ise çok kötüyüm, her fotoğraf biraz yokluk. Hayatımda hiç fotoğraf albümüm olmadı. Buzdolabı üstü ve duvara bantlı fotoğraflarım oldu. Kimseyi bir kapağın arkasına koyamadım. Yaprak yaprak açılmadı hayatımın yılları. Hep karşılaşmayı yeğledim. Rüyalarımdaki karşılaşmalarım ise çok daha şaşırtıcı. Sürekli yolda veya masada olmanın hayatımın özeti olmasına sadece mesleki açıklama getiremiyorum, zira rüyalarımda da yollar bitmiyor veya varamıyorum bir türlü; tanımadığım sofraların çok tanıdık dost muhabbetindeyim hep. Sokaklarda kaybolurken kendini bulur insan, uzun yürüyüşlerdir en çok insanı kendinde uzun kalmasını sağlayan.
Karşılaşmaların gücüne inandım hep, bugün, ilk kez hafta sonu geçirdiğim kentte kaybolmak üzere girdiğim sokağın ucu bir pazara çıktı. Mis gibi kahve kokusu karşıladı beni ve nergislerin kokusu eşlik etti ona. Halbuki ofise çalışmaya gidiyordum. Uzun süre benden ve bizlerden esirgenenleri hissettim pazarda gezerken. İnsanların üzerine sinmiş huzurun kokusu gibi geldi bana. Pazarın cıvıltısı ve meydanın mekânsal politikası, seküler bir tefekküre dönüştüğünde ise kaldığım yere dönüş yolu, bizden esirgenenleri aramakla geçti.
Neydi Insani olan?
Aklımda Y. Zelanda Başbakanı’nın saldırı sonrasında takındığı “normal insan” tavrı ve asla şiddeti yükseltmeyen şefkat dili oluştu önce. Biz siyasal İslam’ın yavaşça yükselen baskıcı gündelik hayatından gelenler için dikenli bir yol olsa da başörtü takarak beraberliği ve farksızlığı vurgulayan tavrı ile ezan okunan meclisin yaşam hakkını koşulsuz saygı duyan halinin geldiğimiz memlekette olmayanın ne olduğunu fark ettirdikleri geldi gözümün önüne. Bizleri dünyanın herhangi bir yerinde, memleketimizde dahi yersiz yurtsuz hissettiren şey, şefkat ve komşuluk yakınlığının esirgenmesi değil miydi?
Sokağa çıkıp, trafik kazası veya şiddete uğrama endişesi olmaksızın yürüyebildiğim çok az an hatırlıyorum. Endişemi, adımlarımın altına gömüp yürüdüğüm çok yol, sokak ve cadde var halbuki. Şiddete uğramamak için göz göze gelmekten kaçınmam, mesafe teorilerine kulak kabartmam biraz da bundan. Sokakları iyi koklamayı bu kaygının izinde öğrendim ben. Sara Ahmed’in bir yazısında dediği gibi bir sistemi en yakından tanıyanlar, o sistemin şiddetine maruz kalmış olanlardı1[1]. Gündelik hayatın şiddetinin kaynakları, türlü türlüydü. Örtüleri ise mekân, zaman ve politik konjonktüre göre değişiyordu. Benim hayat tecrübemde belirgin olanların başında muhafazakâr çerçevenin yeri büyük. Kapitalizmin gelecek kaygısını büyüttüğü adına “esnekleşme” denilen işçilik işsizlik döngüleri arasında kendine büyükçe zemin bulan ve sermaye birikiminin asli parçası olan talan için gerek duyulan suç ortaklıklarının tabelası haline gelen bir çerçeve bu. Çerçevenin içini dolduran ise devletin bizzat yarattığı güvencesizlik ve şiddet ortamında savrulan, iktidarın uyguladığı politikalar ve söylemleri ile çöpleştirilen, sermayedarların daha fazla kar etmelerinin güvencelerini biraz yaşayabilme kaygısı ile, satın alabileceği hayallerin peşinde saatlerini ve enerjisini ipotek edilmesine rıza gösteren ve tüm bu değersizleştirilen hayatını yeniden değerli kılabilmek için çevresindeki metalardan kendine ev inşa eden bir yaşam tarzı. Dahası bu sürecin varlığı ve sürekliliği ise o kadar aileye dayalı ki bu rota dışındaki tüm yollar, insana hayatı zindana çevirmek üzere inşa edilmiş gibi. Ailenin içinde de başka bir zindan ve cinayet mahalli var tabi.
Gündelik hayatımızda bizden esirgenenlerden arasında insanı delirtenler de var. Biraz ideolojik olarak yaygınlaştırılanların dışında bir yaşam tarzınız, zevkiniz veya istekleriniz olabilir. Daha beteri haşa(!) gelecek için hayalleriniz olabilir, adalet ve barış istemek gibi mesela. Hatta iyi bir insansınızdır belki, vicdanınız vardı. Bu koşullarda iktidarın her ölçekte iktidar kalabilmek veya yarattığı güç ilişkisinden nasiplenebilmek için suç ortaklığına girmeniz imkansızlaşır. Örneğin, çalıştığınız atölyede işçilerin canını düşünerek daha ucuz ve kaliteli diye, cemaatin dışındaki bir ticari ilişkiye kapı açtığınızda, ne olduğunu bile anlamadan, çeşitli suçlamalarla işten atılırsınız. Üstünüzdeki ithamlarla başetmek bile imkansızdır o anda. Kadınsanız, suçlamalar en derinden sizi yaralamak ve öldürmek üzere inşa ediliverir. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde yer alan intiharlar, böylesi gerekçeler değil mi?
İntiharlar, bugün bir direnişin ve isyanın da anlatımı artık. Ne garip, iktidarın yok olmasını istediği, kendini bedenini yok ederek adını ve fikrini taşımaya çalışıyor. Herkes kendi öldürdüğünü kutsallaştırıyor, yeniden üretiyor ve masallaştırıyor. La Loba gibi kemiklere üfleyerek onlara hayat veren yaşlı bilge kadınlarla sembolize edilen gündelik hayatın tarih anlatısı bu. İsyanını intihara çevirenlere, hastalıklarına rağmen mücadele eden ama o sırada, yolun yarısında aramızdan ayrılanlara yeni hayat verip, canlılar dünyasının adaletini, barışını, inayetini sağlamaya çalışıyor, öldürdüğümüz ruhlar yaşadığımız dünyanın ruhuna ve rengine can veriyor. Yaşamak için onur mücadelesi veren işçilerin, kadınların, kimliği reddedilen hakların, ezilenlerin, seslerini duyurmak için bedenlerinde yaktıkları ateş; dünyanın vicdanında cehennem yaratıyor ki iktidarların dünyanın her yerinde halbuki dünyanın her yerinde biyopolitika, devletin/sermayenin istediği kadar ve istediği biçimde insanı yaşatmayı ve öldürmenin örneklerini çoğaltır. Dünyanın bir ucunda şirketin ekonomik çıkarları, veya devletin başka bir ülkedeki sömürge benzeri toprakları veya kontrolü için ölebilirsiniz ama diğer türlü her ölüm, bir isyandır ve kriminal vakadır bu anlatının içinde. Kendi bedenine dair karar verme, geleceğine dair dünya inşa etme öznenin en önemli kaynağı ise, bizden esirgenenler veya kendimizden esirgediklerimizde bu kategori de duruyor.
Bizden esirgenen bilgiler, sorular ve cevaplar var, yediğimiz gıdaların neyi içerdiği, hangi ilacın bizde ne etki edeceği gibi. Bedeniniz moda endüstrisinin arzu ölçütlerine uymadığı için üstümüze üstümüze gelen sayılar veya görünümünüzü duygularınızdan daha çok önemseyen çevremizin bize etrafımızı sardığı cümlelerin ayna karşısında içimizi kemirdiği sorular mesela. Her gün her saat her yerde açık olan televizyondan yayılan normalliğin ölçütleri, bize sürekli çemkiren sesleri, sosyal medyanın atarlı giderli sabun köpüğü öğretileri, hayatlarımızda sadece kendimizin, geçmişimizin bilgisiyle taşıdığımız sezgimizden ve düşlerimizden ne bıraktı yerine. Halbuki iç sesimizden ve kendi doğamızdan uzaklaştıkça, kendimizi daha çok reddettikçe daha çok etkisine gitmiyor muyuz bu hastalıklı dünya trendlerinin? Geleceğimize dair hayallerimiz, kolektif yaşamaya dair birbirini gören ve ihtiyacını anlayan şefkatin dili, komşuluk ve dostluğun hesapsız bir karşılıklılık içinde güvenliği, bir şeyleri satın almaksızın hayatta kalabilecek olmanın verdiği kaygısızlık, toprakla uğraşan insanlara has yerleşiklik hissi… bizden ne zaman çalındı? Bunlar feodal döneme ait hasletler değildi ama bir kolektifin mümkün olduğuna dair bir inanca mahsustu.
Bizden çalınan ve esirgenenlerin yerini alanlar, tek bir şeye hizmet ediyor artık: şiddete. Dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şiddet olayını, kendine yönelik algılayan ve oradan şiddet üreten ve yayan psikolojik rahatsızlık, memleketin vebası. Siyasal iktidarın rıza üretimi, aynı zamanda ekonomik ve güç birikimine dayalı bir suç ortaklığı bu yüzden. Minnet ağlarının iktidarın tartışılmazlığını mümkün kılan bataklığı bizden esirgenenlerle giderek derinleşiyor. Başka bir dünyanın hala mümkün olduğuna inananların da tutunacakları dallarda yeşerenler bizden esirgenenler, yani birbirimizden esirgemeyeceklerimiz. Yoldaşlık ve kız kardeşlik ettiklerimizle yol yürümenin mümkün hale gelmesi demek bu aynı zamanda. Birbirimizin yurdu olmanın yolu, her zaman birbirinin yanında kalma ve birbirinin önündeki taşı almaktan geçiyor. Bizleri yalnız ve güçsüz bırakan bu sistemler, her ölçekte iktidara hizmet ediyor, biz yalnız ve güçsüz kaldıkça. Toplumdaki yaygın olan sessizlikten uzaklaştıkça ise sürgünleşiyor hayatlarımız. Bozkırın ortasındaki üstündeki bir deniz kabuğu gibi o yalnızlık, biliriz değil mi?
Gidenler
Göç etmek, biraz çocukluk gibi. Karar vermeniz, toplumsal kodları anlamanız veya bir durumla ilgili endişe haritanızı çıkarmanız yabancı olduğunuz bir toplumda sizi çocuk haline getirip yetişkinliğinizi esirgiyor sizden. İki devletin sisler içindeki oyun alanında kalan bir balona dönüşüyor hayatınız. Sınırın hangi tarafında, hangi telefon direğine takılacaksınız veya hangi dilin ağacının dalında yer edineceksiniz belirsiz. Belirsizlikler demek göç.
En çok ev hissini özlermiş sürgün. Tanıdık kokuları, renkleri, yankıları arar ve tüm sürgün sanatı da arama ama varamama üzerine kurulu. Bavulu kenarda hazır olan, geçici hayat kuran insanlar o hikayelerin kahramanları. Şimdi bir de kopuş var masaların üzerinde. Tamamen, tırnaklarını geçirip kanatarak koparıp atmak geçmişi ve kendini oluşturan mekanları. Geçici olarak hissettiği evinde, sofrasında veya kahvesinde memleketinden çıkmamış gibi yaşayıp sokakta, kamusal alanlarda ve işyerlerinde Almanya’ya (nereye göçtüyse oraya) gelen gastarbeiter’lar (misafir işçiler) gibi uzayan misafirliği minnetini ve hak temelli çıkışlarını; tersinden ulus ötesi bir rızayla yaşayanlar da yerini aldı, taşıyabildikleri vasıflarını koyarak bavullara. Soğuk mantık ve gelecek hesaplarıyla örttükleri kopuşlar sadece insani yaşama dair daha önceki göçmenler gibi.
Ev hissini yaratması daha kolay bir zamanı yanında taşıyan bir dönemdeyiz. Türkiye’deki evlerimizdeki herşey, bir mobilya mağazasından demonte satın alınarak, öğrenilebilir bir beceriyle kurulabiliyor. Kentsel dönüşüm ve dünya ölçeğine yayılan küresel firmalar sayesinde dünyanın her yerinde yaşadığımız sokaklarımız da birbirine benziyor, hatta yaşam tarzımız da. Sabah hazırlanıp, dışarı çıkıp kahvesini alıp, plazadaki işine giden; çıkışta bir tek atıp evine varan bir kitle her yerde benzer zaman dilimini, benzer mekanlarda yaşarken; kopuşun sürekliliği göç mekanlarında da varlığını gösteriyor. Yine de coğrafyayı, iklimi, bahar kokularını, gökyüzünün renklerini, sokak yankılarını ve insan tepkilerini eşitleyemiyor kapitalizm. Mahallemizi, renklerimizi, seslerimiz taşımamız bundan. Bir şarkıda geçem sözleri ansızın içimizden geçirmemiz de bundan: “camdan akıyoruz ülkeyle ben bir de çocukluğumuz, demir köprüden hızla geçip gidiyor tren”2[2]
Göç ettiğimiz yeni topraklarda kök salmanın imkanına bakıyoruz biraz ya da kendi mahallelerimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Zamansal bir süreklilik göç, aynı topraktan kopanların arasına düşüp, orada da yabancı olanlarız biraz. Bir diyasporanın içinde iç diyaspora olanlarız. Aynı dili konuşup, aynı tarihin bir parçasını yaşayanlarla bir ortaklık olmasını varsayanlar, bu varsayımın ilk harfinde duvara çarpanlarız. Her dönemin göçünün taşıdığı ve buraya gelir gelmez dondurduğu sosyal dokularla beraber, aynı dili konuşsan da aynı kelimeleri ve duyguyu yaşayamadığın bir nar-diyaspora. Açtıkça çeşitleniyor, çeşitlendikçe toplanamaz şekilde dağılıyor, dağıldıkça iz bırakıyor eziliyor, ezildikçe sonradan geleni ezerek kendine yer ediniyor… devletlerin oyun alanında, gizlenmiş incelmiş ırkçılıkların ortasında rekabete koşulanlarız; kök salmasınlar diye, işleri paylaşmasınlar diye. Kök salmamak ile beraber yaşanmak zorunda kalınan yararlı bakteriler muamelesi gören diyaspora üyeleriyiz biz, kendi içinde birbirinden nefret eden, kendi içindeki ayrı dalgalardan nefret ettikçe daha yararlı hale gelen. Her yeni gelene yabancı muamelesi çeken, yabancılardan mütevellit diyasporalarız biz. En çok kimden nefret edeceğini şaşırmış; nefret ederek içinde barınmaya çalıştığı ana kütleye eklemlenmeye çalışanlarız. Öyle dışlanmışlarız ki kendisini dışlamayanda bir “gariplik” arayanlarız.
En çok belirsizliklere aşinayız aslında. O yüzden memleketimiz göç yollarından çok iz taşıyor. Bizden esirgenenleri gittiğimiz ama varamadığımız yerlerde kurmaya çabalamamız bu yüzden. Her gittiğimiz ama varamadığımız yeri illa ki doğduğumuz, büyüdüğümüz yere benzetmemiz bu yüzden. Her gittiğimiz ama varamadığımız yerde insanlara dokunmamız, derinden bağ kurmamız da bu yüzden. Kendi memleketimizdeki yalnızlıklarımızı hatırladıkça daha çok tutunmamız birbirimize, daha çok paylaşmamız, dayanışmamız ve kavga etmemiz bu yüzden. En çok birbirimizle çekişmemiz, çemkirmemiz bu yüzden. Zor oldu, bir süre burada olduğumuzu kabul etmek. Kimimiz toplayamadığı eşyasını, bir sevdiği aracılığıyla kendine gönderttiğinde anladı; kimimiz bürokrasi duvarlarına çarpıp hakikatiyle karşılaştığında, kimimiz ise en önemli anlarda sevdiklerinin yanında (yasında/mutluluğunda) olamadığında anladı. En çok hasta olduğunda, özlemden ayağa kalkamadığında, kendini işe sarıp yorgunluktan bitene kadar çalışsa da rüyasında karşılaştığında tosladı sınırlara; hepimizi saran tek sınıra.
Sosyal ölüm ile cezalandırılmışları, memleketin lanetlilerini, KHKlıları, öldürememeleri ve seslerini kesememeleri de bizden çalamadıklarından, birbirimizden esirgemediğimiz bağlardan. Birbirimize yurt olduğumuz için göç etsek de çıkmadığımız memleketten veya kalsak da vazgeçmediğimiz fikirlerin evrenselliğinden, adalet ve barışa hala inanmamızdan, hala gelecek düşleri kurmamızdan olsa gerek, ölmememiz. İktidarın öldürdüğü herkes, daha çok diriliyor fikirle, isimle, öyküsüyle, türküsüyle, renkleri ile capcanlı iken, bizler bizden esirgenenlerle uykuyla uyanıklık arasında veya alacakaranlık sınırında olabiliriz. İnsanlığın sınırında, susmak ile sansürün sınırında, ölüm ile yaşamın sınırındayız aynı zamanda. Yeni Zelanda’dan bir kadın, Avrupa’dan bir Pazar, Ankara’daki yatağında bedenini adalet için açlığa yatırmış bir başka kadın bizden esirgenenleri de kendimizden esirgediklerimizi de bize hatırlatıyor.
23.03.2019
[1] Çatlak Zemin – https://catlakzemin.com/feminist-yasam-mucadelesi-uzerine-notlar/
[2] Raylar boyunca, Kazım Tanju Duru, Duru Zamanlar albümünden