“En karanlık gün”, Türk basını için 21 Aralık değil; 4 Aralık’tır! Tan matbaasının tertipli, hoyrat bir saldırı sonucu yok edildiği 4 Aralık 1945… Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin’i “Kalkın Ey Ehli Vatan!” manşetiyle hedef göstermiş, Cumhuriyet, “Bizim Yoldaşlar Nihayet Maskelerini Attılar” diyerek Tanin’e arka çıkmış, Türk Basın Birliği Reisi Hakkı Tarık Us ise rotatifler tuzla buz edilirken olan biteni fildişi kulesinde heyecan içinde izlemiştir. Türk basın tarihi açısından bir utanç günüdür, 4 Aralık 1945… Zira Ankara Caddesi’nde ertesi gün karşı cenahtan çıkıp da, “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm!” diyebilen olmamıştır.
“…Birgün Hürriyet gazetesini çıkaran Sedat Simavi ziyaretimize gelmişti. Sedat eski bir dostumuzdu. Ona, ‘Hürriyet’ gazetesinde imzasız yazı yazmayı teklif ettim. Sedat, üzüntülü bir dille cevap verdi: ‘Size çok saygım var. Fakat sizden imzalı ya da imzasız yazı almaktan korkarım.’ ‘Polis hikâyeleri tercüme edeyim?’… ‘Herhangi bir şekilde sizinle ilişki kurmaktan korkarım’ dedi.”1
11 Aralık 2024 Çarşamba günü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Konferans Salonu’nda Sedat Simavi Ödül Töreni’ni izlerken, gazeteci bir ailenin Türk basını ve içinde bulundukları camiadan tecrit edilişinin özeti niteliğindeki bu anekdot zihnimde aniden parlayıverdi. Diyalogu, “Roman Gibi” adlı otobiyografik eseriyle bizlere aktaran gazeteci Sabiha Sertel’in amacı itham ya da sitem değildi. Sedat Simavi, vefalı bir dost olmuştu, Sertel ailesi için… Aynı kuşağın, aynı zorlu şartlar ve imkânsızlıkların insanlarıydılar. Ortak geçmişleri vardı; Sedat ve Zekeriya, Diken’i 1918 yılında birlikte çıkarmışlar, halkın ölüsüne kefenlik patiska bulamadığı savaş yıllarında, imtiyazlı azınlığın vagon ticareti ile nasıl zenginleşmiş olduğunun öykülerini nükteli yazılar ve karikatürlerle ifşa etmeye çalışmışlardı. Gerek Simavi gerekse Serteller gazetecilik mesleğinin hem emekçisi hem de patronu olmayı başarmışlardı, zaman içinde… O halde? Sabiha Sertel, “Tan Gazetesi Baskını’nın” ardından içinde bulundukları baskı ortamını, yaşadıkları kısır döngü ve çaresizliği yayıncı bir dostun göstermiş olduğu devasa korku üzerinden resmedebilmek maksadıyla aktarıyordu, bu satırları… “Artık basın alanında hiçbir şekilde çalışmak(çalışmanın) mümkün olamayacağını anlamıştım,” diyerek devam edecekti: “Polis baskısından nefes alamaz hale gelmiştik.”
Basın tarihimizde pek çok gazeteci maalesef fikirleri nedeniyle katledilmiştir. Kalemleri ellerinden alınıp kırılan, baskı ve tedhiş yöntemleriyle gazetecilik yapamaz hale getirilip mesleki anlamda öldürülenler de çoktur. “Tan Gazetesi Baskını” ve devamında yaşananlar, bu anlamda basın tarihimizin utanç verici saldırılarındandır. Bir diğer adıyla “Tan Olayı” demokrasi tarihimiz açısından da yüz karasıdır. Kurulumu ve gelişimiyle, bu tarihten yaklaşık on yıl sonra başta Rumlar olmak üzere Hıristiyan vatandaşlarımızı hedef alacak olan 6-7 Eylül Pogromu’nun da provasıdır! Zira sivil güçlerle gerçekleştirilen ilk toplumsal şiddet ve linç olayıdır. Kolektif bir çalışmanın izlerini taşır: Birileri saldırı öncesi düşmanlaştıran yayımlar yapmış ve hedef göstermiş, birileri kışkırtma faaliyetini üstlenmiş, emniyet güçleri olan biteni izlemekle yetinirken ortaya çıkan yıkımın vebali, galeyana getirilip sokağa dökülen sağ görüştü üniversite gençliğinin üzerinde bırakılmaya çalışılmıştır. Üstelik bu performans, faşizmin dünya çapında yenilgiye uğradığı ve Türkiye’nin demokrasi cephesinde yerini alacağının açıklandığı bir süreçte sergilenmiş; Milli Şef rejimi, Tan Gazetesi Baskını’ndaki rolü ve tutumuyla vaat etmiş olduğu demokrasiye de ince ayar yapma fırsatı bulmuştur. Kamuoyu büyük hayallere kapılmamalıdır, gelecek olan güdümlü olacaktır!
GOEBBELS DİLİNİ KESECEKTİ!
Oysa gerek faşizmin küresel anlamda yükseldiği II. Dünya Savaşı öncesi gerekse savaş sürecinde demokrasi cephesinin güçlü bir neferi olmuştu, Sertellerin Tan gazetesi… Mihver Devletleri olarak da anılan Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı Müttefikleri destekleyen bir yayım politikası izlenmiş, sadece milliyetçi, ırkçı, anti-semitik, anti-komünist ve anti-liberal Nazizm’e karşı değil; Türk basınındaki uzantılarını da hedef alan sert bir mücadeleye girişilmişti. Gazetenin en etkili yazarlarından biri, Sabiha Sertel idi. Konu yayılımcı faşizm olduğunda ön cephede savaşmaktan geri durmuyor, “Görüşler” adlı köşede, “…faşizm mikrobunun memlekete girmemesi için” kıyasıya bir mücadele veriyordu. Yazılarının akisleri Almanya’ya dek uzanacak, Türkiye’ye gönderilen bir kurye, 1937 yılında ona bir tehdit mesajı ulaştıracaktı. Sabiha Sertel’in, “Nihayet Dilimi Kesemedi” başlıklı 6 Mayıs 1945 tarihli yazısından aktaralım: “…İstanbul’a gelen bir Alman kadın gazeteci, beni matbaada görmeye geldi. Bana faşizmin uzun methiyelerini yaptıktan sonra şöyle dedi: Sizin yazılarınız Almanya’da çok fena akisler yapıyor. Goebbels’in size selamı var. ‘Eğer bir gün elime geçerse dilini keseceğim.’ diyor. Ben de efendisine selam söylemesini, dilimi keseceği güne kadar faşizmle mücadele edeceğimi söylemiştim. Goebbels o zamanlar dilimi kesemedi. Fakat Ankara Caddesi’ndeki köpeklerini üzerime saldırttı.”2
Sertel, “…Ankara Caddesi’ndeki köpekleri” tanımını, Babıâli’de, 1933 yılından bu yana çıkardıkları gazete, dergi, broşür ve kitaplarla faşizm propagandası yapanlar için kullanıyordu. İçlerinde kimi gazete ve gazetecilerin de olduğu bu yayıncılar, savaş öncesi ve savaş sürecinde Alman Büyükelçiliği tarafından kollanmış ve hatta fonlanmışlardı! Paul Joseph Goebbels yönetimindeki Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, Ankara’ya büyükelçi olarak atanan Franz Von Papen ve Basın Ataşesi Franz F. Schmidt Dumont’la iş birliği içinde Türkiye’de yoğun bir beşinci kol faaliyeti yürütmüş, Türk efkârını faşist Almanya lehine kazanabilmek adına yandaş bir basın yaratma gayreti içine de girilmişti. Bu anlamda iki etkili taktik kullanıyorlardı: İlki kâğıt yardımıydı. Diğeri ise kendilerine yakın gördükleri gazete ve dergileri fonlamak… Alman Büyükelçiliği, 3 Haziran 1939’da Almanya Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen yazıda, “…basında Almanya aleyhine yaratılan havaya itidalli davranarak katılmayan bir dizi Türk gazetesine ilan biçiminde daha büyük meblağların hiç vakit kaybetmeksizin aktarılması, -dışarıya karşı Alman firmalarınca veriliyormuş gibi- fevkalâde uygun olacaktır.” diyor, bu gazeteleri şöyle sıralıyordu: “…Söz konusu gazeteler öncelikle şunlardır: AKŞAM, SON POSTA, HABER ve haftalık dergi UYANIŞ…”3
Dumont, 17 Haziran 1939’da Propaganda Bakanlığı’na bir yazı daha gönderecek ve listeye Cumhuriyet gazetesini de ekleyecekti:
“…Özellikle son haftalardaki kriz sırasında itidalli davranan ve hatta kısmen daha da ileri gidip hükümetin talimatlarına aykırı olarak Alman dostu makaleler yayımlayan gazete ve dergilere, bu tutumlarını takdir için daha büyük ilan siparişi vermek yerinde olacaktır. Burada öncelikle akla gelen günlük gazeteler, AKŞAM, CUMHURİYET, HABER, SON POSTA, haftalık dergi ise UYANIŞ’tır.”4
“EN SAĞCI YAZARLAR NADİR NADİ VE PEYAMİ SAFA”
Cumhuriyet’in kurucusu ve sahibi Yunus Nadi idi. Gelgelelim büyük oğlu Nadir, babasının sağlık sorunları nedeniyle gazete içinde giderek daha fazla sorumluluk almaya başlamış, zamanla başyazılara da imza atar olmuştu. Fransızlar, Şubat 1940’da incelemeler yapıp izlenimlerini yazmaları için aralarında Falih Rıfkı Atay (Ulus), Necmettin Sadak (Akşam), Hüseyin Cahit Yalçın (Yeni Sabah), Zekeriya Sertel (Tan) ve Muvaffak Menemencioğlu (Anadolu Ajansı) gibi ünlü yazarların bulunduğu Türk gazeteci heyetini Maginot cephesine davet ettiğinde, geziye Cumhuriyet’i temsilen Nadir Nadi katılmıştı.5 Gelgelelim Fransa cephesinin çökmesinin ardından yazılarının ibresi giderek sağa doğru kayacaktı. Gazeteci Bedii Faik, anılarında, o günlerde basında en sağcı yazarlar listesinin başında Cumhuriyet’ten Nadir Nadi ve Peyami Safa’nın geldiğini vurgularken, kulislerde, bu iki yazarın Almanlara duyduğu sempatiye dair konuşulanları şöyle aktaracaktı: “…Savaşın en heyecanlı yıllarındaydık. Almanya, Fransa’yı da düşürerek, Atlantik kıyılarına çoktaaan dayanmış bulunuyordu. Cumhuriyet gazetesinde radyodan Alman zaferlerini topluca dinleyen yazarlardan Peyami Safa’nın heyecandan bayıldığı, Muharrem Fevzi Togay’la Nadir Nadi’nin de ellerindeki kahve fincanlarını düşürdükleri çok yazılmıştır. (Ayaspaşa’daki Alman Konsolosluğu’nda verilen bir partide, Peyami Safa’nın, Alman Basın Ataşesi Komishge ile birlikte kapıda misafir karşıladığı da çok söylenir ama bunun solcularımız tarafından uydurulduğu da pek bellidir!..) Ve işte Alman zaferinin o heyecan titremeleri arasında genç Nadir Nadi meşhur ‘Alman Realitesi’ incisini babası Yunus Nadi’nin artık sık sık ona bıraktığı başyazı istiridyesinde Türkler’in gözlerine uzatmış bulunuyordu. Bu yazısında neler demiyordu ki…”6
Nadir Nadi’nin, “Alman Realitesi” olarak bilinen yazısı, Almanya’nın savaşı kazanma ihtimalinin kamuoyunda güçlendiği bir dönemde kaleme alınmıştı. 30 Temmuz 1940 tarihli başyazıda Nadi, “…Bugün Avrupa’da bir Alman kudreti yaşanıyor. Bu, Alman birliğinden gelir. Bu birlik ise bir ya da birkaç kişinin değil, gelişen bir düşüncenin, binanaleyh tarihin eseridir.” tespitinde bulunuyor ve “…Bu bir realitedir ve bunu olduğu gibi kabul etmek lazımdır!” diyordu. Yazı Ankara’yı bile bir hayli rahatsız edecek, Başbakan Refik Saydam telefona sarılıp Yunus Nadi’yi uyarma gereği hissedecekti. Hassasiyet anlaşılamamış olmalı! Cumhuriyet’te ertesi gün Nadir Nadi’nin, “… milleti körü körüne İngiltere ile birlikte savaşa sürüklemenin” sakıncaları üzerine uyarılar içeren “Tek Devlet Hegemonyası Bir Hayaldir” başlıklı yazısı yayımlanınca, Milli Şef rejimi ile ipler kopma noktasına gelecekti. 7 Ağustos 1940 sabahı Ankara Garı’nda kendisini karşılamaya gelenler arasında eski dostu Yunus Nadi’yi gördüğünde, “Sen biraz dur!” diye kükreyecekti, İsmet Paşa… Çok öfkeliydi!.. Nadir Nadi anlatıyor: “…Karşılayıcılar gidip de ortalıkta yalnız ilgililer kalınca da babama dönerek sert bir sesle, ‘Ticari maksatlar uğruna siyasi yazılar yazılmasına müsaade edemem!’ diye çıkışıyor. Babam üzüntülü, ‘Yok böyle bir şey!’ diyerek, Cumhuriyet’i savunmak istiyorsa da Şef sinirlidir. Bu sefer daha yüksek bir sesle tekrarlıyor: Kat’iyen müsaade edemem! Ve babamın elini sıkmadan çıkış kapısına doğru ilerliyor.”7
Nadir Nadi, Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün, “…tek bir satır yazı çıkmayacak” uyarısına karşın “Atatürk Gençliğinin Kudreti” başlıklı üçüncü bir yazı yazma cesareti gösterince, Cumhuriyet kapatılacaktı! Nadir Nadi’nin ifadesiyle, “Cumhuriyet ailesi için bir işkence dönemi başlamış” idi. Kapalı kaldıkları süre uzadıkça Yunus Nadi endişeye kapılmaya başlayacak, Millî Mücadele döneminden eski dostlarına mektuplar yazarak Cumhuriyet’in bir an önce açılabilmesi için arabulucu olmalarını rica edecekti. Ne var ki içlerinden bazıları bırakın Yunus Nadi’ye yardım etmeyi, İsmet Paşa korkusuyla selamlaşmaya bile çekiniyorlardı. “Zavallı babacığım,” diyecekti Nadir Nadi, “…akşamları uğradığı Büyük Kulüp’te daha ziyade Rum, Ermeni, Yahudi asıllı vatandaşlarımızla bezik oynayarak biraz avunmaya çalışıyordu.”8
BASIN CEPHELERE BÖLÜNMÜŞTÜ
Milli Şef Rejimi, Türkiye’yi savaş dışında tutmaya odaklı bir dış politika izliyordu. Türkiye için önceleri “tarafsız” deniliyordu. Sonraları, “harp dışı” kavramı kullanılmaya başlanacaktı. Savaşın ilk döneminde İngiltere ve Fransa ile İttifak Antlaşması imzalanmıştı. Bir süre sonra, -Alman ilerleyişi karşısında- dış politikada güncelleme yapılarak Almanya ile anlaşma yoluna gidilecek, Türk Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması akdedilecekti. Bu dönemde Müttefiklerin şimşeklerini üzerine çekme pahasına, Almanya’ya silah sanayi açısından önemli bir maden olan krom satılacak ve ayrıca Alman gemilerinin Boğazlardan geçmelerine izin verilecekti. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere Müttefiklerin, uygulamanın Montreux Anlaşması’na aykırı olduğunu bildirerek Türkiye’yi protesto etmeleri Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun istifasının rica edilmesiyle geçiştirilmeye gayret edilecek, Almanların savaşın kaybedeni olduğu iyice anlaşıldığında ise Almanya’ya savaş ilan edilecekti.
Türkiye savaş dışı kalabilmek uğruna dış politikada manevralar yaparken, basın da cephelere ayrılmıştı. Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkâr savaşı Mihver Devletleri’nin kazanacağına inanıyor, çıkarlarımızın Almanlarla dostluk politikasından geçtiği görüşünü kamuoyuna empoze etmeye çalışıyorlardı. Akşam, Vatan ve Tanin, Müttefikleri destekliyordu ancak Sovyet ilerlemesi nedeniyle SSCB’ye mesafeli bir tutum içindeydiler. Tan ise bütünüyle Müttefiklere destek veriyor, “…Türkiye tarafsızlık politikasından vazgeçerek Müttefiklerle iş birliğine geçmeli. İngiltere ile yapılmış olan anlaşma ABD ve Sovyetler Birliği’ne doğru genişletilmeli. Türkiye’de demokratik reformlar yapılmalıdır…”9 gibi görüşleri henüz II. Dünya Savaşı devam ederken savunabiliyordu. Tan, sol çizgide bir gazeteydi. Gerek faşizme gerekse emperyalizme mesafeli bir duruşu vardı. İmtiyaz sahibi Zekeriya Sertel’in liberal demokrat çizgide olduğu biliniyordu. Buna karşın eşi Sabiha Sertel komünist idi. Sabiha Hanım, Sovyetler Birliği’ne sempatisini açıkça ifade ediyordu. Sovyetler ile dostluk, gazetenin zaman zaman işlediği konu başlıklarındandı.
1945 kışından itibaren konjonktür değişmeye başlamıştı. İtalya yenilmiş, İsviçre’ye kaçmaya çalışırken İtalyan komünist partizanlar tarafından yakalanan Mussolini 28 Nisan 1945’de kurşuna dizilmiş; 30 Nisan 1945’de ise Hitler intihar etmişti. 8 Mayıs 1945’te Almanya’nın teslim olmasıyla Avrupa’da savaş sona ermişti artık… Diktatörlerin peşi sıra, diktatörlükler ve otoriter rejimler de bir anda gözden düşüvermişti. Yeni dünyada demokratik, kapitalist ve komünist ideolojiler boy ölçüşecekti. Türkiye savaş sırasında Almanya ile ticaret yapmış, Müttefiklerin baskılarına rağmen savaşa girmemiş, Almanya ve Japonya’ya 23 Şubat 1945’te savaş ilan edilmesi ise tamamen taktiksel gelişmişti. Ne var ki Sovyetlerin, 19 Mart 1945 tarihinde nota vererek 7 Kasım 1945’te süresi dolacak olan 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın yenilenmesi hususunda koşullar öne sürmesi içeride bir anda yalnızlık duygusu yaratmıştı. Zira söz konusu anlaşmanın tadil edilmesi için öne sürülen şartlar arasında, Boğazlarda Sovyetlere üs sağlanması ve Boğazların her iki devlet tarafından ortak savunulması talepleri de yer alıyordu. Bu arada Tiflis’te çıkan bir gazetede Gürcü iki akademisyen, Kars ve Ardahan üzerinde hak iddia etmiş ve Bulgaristan sınırında da bir düzeltmeden bahsedilmişti.10 Tüm bunlar, -özellikle Stalin ve Dışişleri Bakanı Molotov’un izledikleri dış politikanın da tesiriyle- Türkiye’yi yeni bir paradigma arayışına zorlanacak; Milli Şef İnönü, 19 Mayıs 1945 tarihli konuşmasıyla istikâmeti çok partili demokrasi olarak açıklayacaktı. Türkiye bundan böyle Batı’yla, özellikle ABD ile kader birliği yapacaktı.
Basın ne zamandır baskı altındaydı. Hükümet savaş sürecinde bir bildirimle gazeteleri kapatabilmiş, bütün hak arama yollarını kapatmış, gazetelerin açılması için imtiyaz sahiplerine yalvarıp yakarmaktan başka çare bırakılmamıştı. Savaş sürecinde Tan da birkaç kez kapatılmış, Sabiha Sertel’e bir süre yazı yasağı dahi konulmuştu. Gelgelelim Türkiye yeni bir döneme geçiyordu. Çok seslilik, çok partili demokrasinin olmazsa olmazıydı. O halde farklı fikir ve görüşlerin özgürce ifade edileceği demokrasi platformlarına ihtiyaç olacaktı.
İşte Sertellerin “Görüşler” adını verdikleri haftalık siyasi dergi böyle bir konjonktürde doğdu. Görüşler, Sabiha Sertel’in tanımıyla “Bir cephe dergisi” olacak idi. Tek parti yönetimine karşı solcu, aydın, yazar, siyasetçi tüm muhalif unsurların birlikte yürüteceği demokratik mücadeleden bahsediyordu, Sertel… Bir süredir, CHP Grubu’na “Dörtlü Takrir” veren Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la da temas halindeydiler. Bayar Moda’ya, arkadaşlarını ziyarete geldiğinde Sertelleri mutlaka davet ediyor, arada ziyaretlerine de geliyordu. Cephe fikrini Atatürk dönemi siyasetçilerinden Tevfik Rüştü Aras ile Celal Bayar da onaylamışlardı. Piyasaya verilen ilanlarla, Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Cami Baykurt gibi devlet, siyaset insanlarının, Mehmet Ali Aybar, Sabahattin Ali, Behice Boran, Niyazi -Mediha Berkes, Adnan Cemgil, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Pertev Boratav, Nail V. Çakırhan, Aziz Nesin… gibi sol aydın ve akademisyenlerin Görüşler’e katkı sağlayacağı bilgisi kamuoyuna duyurulmuştu. Bu arada Serteller Ankara’ya giderek “Dörtlü Takrir”cilerden derginin ikinci sayısı için yazı sözü almış; Adnan Menderes, yolcu etmek amacıyla bulunduğu Ankara Garı’nda, Sabiha Sertel’e, “Merak etmeyin hanımefendi, yazılar arka arkaya gönderilecektir!” diye seslenmişti.11
“KALKIN EY EHLİ VATAN!”
Sertel sol bir cephe oluşturmaktan bahsededursun, sağ da boş durmuyordu. İktidardaki Halk Partisi(CHP), savaş sürecinde palazlanan milliyetçi, Turancı, ırkçı gruplar ve anti-komünistler, -Sovyetler’in Türkiye’ye karşı yürüttüğü dış politikayı da kullanarak- bir başka cephe oluşturacaklardı!
Görüşler ilk nüshasında beklenen tesiri yapmıştı. 1 Aralık 1945 sabahı çıkan dergi hızla kapışılmış, saat 11.00 sularında tüm nüshalar tükenmişti. Anadolu bayilerinden telgraflar geliyor, siparişler yağdırılıyordu. Hızla ikinci baskıya girildi. İlk sayısında zarf ve mazrufuyla yapacağı muhalefetin izlerini taşıyordu, Görüşler… Kapak görselinde, üzerinde “Görüşler” yazan bir el, bir perdeyi aralamaktaydı. Perdenin arkasında “Suiistimal”, “İhtikâr” ve “Faşizm” adlı üç erkek bulunuyor, jest ve mimikleriyle perdenin açılmasından rahatsız oldukları ya da korkuya kapıldıkları intibaı yaratıyorlardı. Kapağın sağ üst köşesinde Sabiha Sertel’in kaleme almış olduğu “Zincirli Hürriyet” başlıklı yazı vardı; altında Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Cami Baykurt ve Sabiha Sertel’in fotoğrafları.12 Sertel, “Zincirli Hürriyet” derken, Türkiye’de vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan kanunlardan, otoriter, keyfi ve hesap vermeyen yönetim anlayışından, sınıflar-arası eşitsizliklerden dem vuruyor; özgürlük, demokrasi, adalet gibi talepleri dile getiriyordu: “… Bu öyle bir hürriyet ve demokrasidir ki, Matbuat Kanunu vatandaşın ağzını bağlamış, Cemiyetler Kanunu bileklerini sıkmış, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ayaklarına pranga vurmuş, diğer hükümler ve muhtevalar da vatandaşı düşünemez, konuşamaz, hareket edemez bir manken haline getirmiştir. Her insanın her vatandaşın hakkı olan hürriyeti istiyoruz; bu zincirli hürriyeti değil!..”
Dergi ilk sayısıyla Ankara siyasetine de bomba gibi düşüvermişti! Halk Partisi’nin özel gündemle toplandığı, kendilerine yakın gazetelere saldırı emri verildiği, bayilere ise Tan, Yeni Dünya ve Görüşler’in sattırılmaması yönünde talimat gittiği bilgisi oradan buradan Zekeriya Sertel’e dek ulaşacaktı.13 3 Aralık 1945 sabahı Tanin gazetesi, “Kalkın Ey Ehli Vatan!” manşetiyle çıkacaktı! Tanin’in imtiyaz sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, CHP’de üç dönemdir milletvekiliydi. Yalçın’ın, fırtınalı bir siyasi ve gazetecilik yaşamı olmuş, Atatürk’e suikast davasında yargılanmış, siyasete ancak Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün davetiyle dönebilmişti. 1925 yılında tutuklu yargılandığı İstiklâl Mahkemesi huzurunda basın özgürlüğü nutukları atmış, Üç Aliler Divanı’na hitaben, “…Madem ki bu memleket halk egemenliği prensibiyle kendini yönetecektir, mutlaka basın özgürlüğü olacaktır. Hem de sınırsız bir basın özgürlüğü. Çünkü bütün dünya kabul eder ki basın özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz…” demişti. Gelgelelim bu kez maznun değil, egemendi! Gazetesinin manşetinden, “Bir vatan cephesine lüzum vardır!” diye haykırıyor, toplumun hassasiyetlerini tahrik etmeye çalışıyordu “…Bu memleket asırlardan beri şimalden(kuzeyden) gelen hücumlara eti, kanı, ruhu ve silahıyla karşı koydu. Milletin varlığı bu ıstıraplar ve felaketlerle yoğrulmuştur. Bu defa yine anavatan topraklarından parçalar ve Türk istiklâlinin hatimesini teşkil edecek (sona ermesine yol açacak) surette boğazlarda üsler isteniyor.” Hüseyin Cahit Yalçın, makalenin devamında Tan matbaasını hedef gösteriyordu: “…Fakat düşman istilâsı şimdi komünizm propagandası halinde içimize sızmaya başlamıştır: Yeni Dünya’nın ve Görüşler’in intişarı bu hususta tereddüde artık imkân bırakmamıştır. Vaziyet açıktır: Beşinci kol faaliyettedir ve hücuma geçmiştir. Hitler de göz koyduğu memleketlerde bozgunu bu suretle evvelden temin etmişti. Büyük vatansever Namık Kemal’in sesi, bugünün parolasıdır. Kalkın ey ehli vatan! Mücadele başlıyor.”14
TALEBE YURTLARINA TALİMAT
Bir oyun kurulmuş, adım adım uygulanıyordu… Gazeteci-Yazar Tekin Erer, “Basında Kavgalar” adlı eserinde, 3 Aralık 1945 akşamı CHP İstanbul İl Teşkilatı tarafından talebe yurtlarına bazı talimatlar verilmiş olduğunu, ertesi sabah Tan gazetesi aleyhinde büyük bir nümayiş yapılacağı bilgisinin kendilerine kadar ulaştığını tarihe not düşecekti. Sonraları Adalet Partisi’nden iki dönem milletvekilliği de yapacak olan Erer, Tasvir gazetesinde istihbarat şefi idi. 3 Aralık 1945 akşamı, Yazı İşleri Müdürü Necdet Baytok ile arasında geçen konuşmayı şöyle anlatacaktı: “…Baytok, ertesi sabah gazeteye erkenden gelmemi, komünist neşriyatı yapan gazeteler aleyhine büyük bir nümayiş hazırlandığını duyduğunu, bu haberin bir balon da olabileceğini, binaenaleyh kimseye bir şey söylemememi tembih etmişti.”15
Aynı gün, bazı üniversiteli gençlerin Tan matbaasının önünde toplanacağı bilgisi Zekeriya Sertel’e de ulaşmıştı. Matbaaya ziyaretine gelen bir dostu Sertel’e kulağına gelenleri aktarmış, “Bazı taşkınlıklar olabilir… Tedbirli olun!” demişti. Zekeriya Sertel, İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ı aradı. Tan gazetesi önünde gösteri yapılacağı bilgisini aktararak tedbir alınmasını rica etti. Vali, “Biliyorum,” diyordu, “gereken tedbiri aldım, merak etme.” Sertel tedbiri yine de elden bırakmayacak, eşi Sabiha Sertel’i 4 Aralık günü matbaaya gitmemesi için uyarırken, gazete çalışanlarından teyakkuz halinde bulunmalarını isteyecekti.
Sertel, 4 Aralık sabahı Cumhuriyet gazetesini eline aldığında işlerin iyice sarpa sardığını görecekti!
ORAK ÇEKİÇ SÖYLENTİLERİ
Tanin’in başlattığı yangını Cumhuriyet körüklüyordu. 4 Aralık 1945 tarihli “Bizim Yoldaşlar Nihayet Maskelerini Attılar” başlıklı haberde “…Demokrasi isteriz, hürriyet isteriz feryatlarından sonra istenilen demokrasi ile hürriyetin ne olduğu artık iyice meydana çıktı.” deniliyor, Görüşler dergisi ve Tan gazetesi bu kez de Cumhuriyet tarafından hedef gösteriliyordu: “…Bu demokrasi komünist demokrasi, bu hürriyet kızıl hürriyettir. Orak-çekice tapanlar, artık maskelerini yüzlerinden atmışlardır.”
Cumhuriyet’e bakarsanız, Görüşler’in logosu bile orağı sembolize ediyordu! Gazete, bu tespitin bir okurdan geldiği iddia edecek, “…bir okuyucumuz ‘Görüşler’ mecmuası ile idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üstüne yaydı. Başlığını ters çevirerek parmağını üzerine bastı.” diyecekti: “O şekildeki başlıktan ortada bir harf değil, bariz bir orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) harfi olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir!’ dedikten sonra sordu: ‘Bunun çekici nerede?’ Sustuk. Cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş!’”16
Oysa orak-çekiç söylentileri yeni değildi. Yazar ve Eğitimci Sadrettin Celâl Antel, 1 Aralık 1945 günü akşamı, Beyoğlu’nda bulunan Degüstasyon adlı lokantada Sabiha ve Zekeriya Sertel’e rastlayınca masasına davet etmiş ve “Haberiniz var mı?” diye sormuştu: “Görüşler mecmuasının başındaki G harfini orağa benzetmişler. Görüşler, orak çekiç başlığı altında çıkmış diye rivayetler salıyorlar ortalığa!”17
Logoyu İhap Hulusi Görey hazırlamıştı. O da lokantadaydı. Dergi elindeydi. Orak çekiç benzetmesi aktarıldığında gülerek, “Yahu,” demişti, “Öküzün altında buzağı arıyorlar!”
Gazeteci Bedii Faik bu kadar basit yorumlamayacaktı, bunu… “Sertellerin Görüşler adlı dergilerinin logosundaki G harfinin ters çevrilmiş bir orak olduğunu ve Rusya’yı sembolize eden bu sinsi buluşun gözden kaçmadığını ilk ortaya atan yine Cumhuriyet’tir” diyecek ve ekleyecekti: “Cumhuriyet gibi gerçekten ciddi ve itibarlı gazete, Tan’cılar aleyhindeki o kampanyaya katılmasaydı, meseleyi ‘Kalkın ey ehli vatan’ yazısıyla asıl başlatmış olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın işi o kadar kolay olmayabilirdi. Tanin gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Cahit Bey de bunu fark etmemiş değildir. Babıâli’deki ayaklanışı överken, Cumhuriyet’in çıkışını ayrıca belirtiyordu da…” 18
4 ARALIK 1945 İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku dersi veriyordu. Birdenbire kapı açıldı; sarışın, çekik gözlü bir genç salona girdi ve kürsüye doğru yöneldi. Kubalı şaşırmıştı. 18 yaşındaki Hukuk Fakültesi öğrencisi Orhan Birgit, o anı şöyle anlatacaktı:
“…Kürsüye çıkıp hocanın yanına gitti çocuk. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesini gösterdi. ‘Kalkın Ey Ehli Vatan’ diye bir manşeti vardı. Memleketin elden gittiğini, cumhuriyetin tehlikede olduğunu vesaire çok heyecanlı bir şekilde söyledi. Kapalı bir toplumda, Anadolu’dan gelmiş, çoğunluğu üniversite öğrencileri, kendimizi birdenbire önce üniversite bahçesinde, sonra Beyazıt Meydanı’nda bulduk.”19
İstanbul Üniversitesi’nin bahçesi ve önündeki meydan bir anda talebelerle doluvermişti. Donanımlıydılar; ellerinde bayraklar, Atatürk ve İnönü’nün çerçeveli fotoğraflarını taşıyorlardı. Gazeteci olarak orada bulunan Tekin Erer, kalabalığın hızla büyüdüğü gözlemleyecek, rakamı “10-15 bin kişi” olarak verecekti. Kalabalığın içinden komünizm aleyhtarı ateşli nutuklar yükseliyor, bu arada Tan gazetesi ve matbaasının adı geçiyor, hedef gösteriliyorlardı! Topluluk belli bir kıvama geldiğinde, “Haydi!” diye bir ses yükseldi. Yürüyüş başladı. Bir kol Çemberlitaş tramvay caddesinden ilerliyor, bir diğer kol ise Kapalıçarşı içinden yol alıyordu. Gruplar Cağaloğlu’nda birleşecekti. Bu arada önlerine çıkan ABC Kitapevi’ni birkaç dakikada yok edivermişlerdi. Orhan Birgit anlatıyor: “…O günkü Cumhuriyet Halk Partisi binası, (…) Hürriyet gazetesinin eski binasının tam karşısına gelir. Topluluk orada durdu, toplandı. İstiklâl Marşı okundu. Birisi çıktı, bir şeyler konuştu. Parti bayrağı istediler. Pencerede bir silüet onları sükûnete çağırır gibi oldu. Sonradan onun CHP İstanbul Parti Müfettişi Uşak Milletvekili Alâettin Tiridoğlu olduğu öğrenildi. Oradaki duraklamadan sonra kalabalık aşağı doğru indi. Aşağıda bugünkü İstanbul Valiliği’ni geçince solda Vakit gazetesi vardı; Hakkı Tarık- Asım Us kardeşlerin… Hâlâ durur o bina. Onun penceresinde Necip Fazıl Kısakürek göründü. Gençlerin bir kısmı ona tezahürat yaptı. Sonra yol sağa dönünce Meserret Oteli ve onun hemen altında çok güzel ahşap bir konak içinde Tan basımevi vardı.”
Tan’a ulaştıklarında komünizm aleyhtarı sloganlarla Babıâli’yi inletiyorlardı!.. Derken birisi ilk taşı attı; bir cam kırıldı, bir cam daha… Sonrası vandalizmdi. Tekin Erer anlatıyor: “…Bir taraftan ‘Kahrolsun komünizm, kahrolsun Serteller, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti’ diye bağırılıyor, bir taraftan da gençler akın akın taşlarla, demirlerle pencereleri kapıları aşağıya indiriyorlardı. Gazetenin birinci katında o zaman Türkiye’nin hemen hemen en büyük rotatifi vardı. Oradaki demir parçaları ile bu rotatife hücum başladı. Rotatifin kırılabilen bütün parçaları tuzla buz edildi. İkinci katta linotip dizgi makinaları, hurufat ve mürettiphaneye ait malzemeler ve makinalar mevcuttu. Bunların kırılması ve parçalanması çok daha kolay oldu. Ayrıca kapılar, pencereler, masalar, sandalyeler yerden yere çarpılarak parçalanıyordu. Masaların gözlerindeki yazılar, evraklar, kitaplar lime lime ediliyordu. Bir diğer grup, (…) kâğıt deposundan bobinleri sokağa çıkararak Sirkeci’ye doğru yuvarlıyorlardı.”20
Tan matbaası yok edilmiş gelgelelim grubun öfkesi bitmemişti. Galata Köprüsü’nden geçip İstiklâl Caddesi’ne doğru ilerlediler. Hedeflerinde Sabahattin Ali ve Cami Baykurt’un çıkardığı Yeni Dünya ve Fransızca yayımlanan La Turquie gazeteleri vardı. Bu matbaayı ve Berrak Kitapevi’ni de yerle bir edeceklerdi. Bu arada bir grup vapura atlamış, Sertellerin Moda’daki evinin yolunu tutmuştu. Haberi alan Zekeriya Sertel endişe içindeydi. “…Ellerinde kırmızı boya şişeleriyle ‘Serteller nerede?’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda, ‘İşte kızıllar’ diye gezdirmekti.” diyecek, bir kez daha Lütfi Kırdar’ı aradığını ekleyecekti: “…Valiye, ‘Aldığınız tedbirin verdiği sonuçtan memnun musunuz?’ dedim. ‘Şimdi de faşistler evime geliyorlar. Matbaamı yıktırdınız, bari hayatımıza kastedilmesini önleyin.’ Vali, özür dilemeye bile lüzum görmedi. Yalnız gene teminat verdi. ‘Merak etme’ dedi, ‘Olan oldu, fakat hayatın güven altındadır.”21
BASIN İÇİN BİR UTANÇ SAYFASI
Ertesi gün Türk basını üniversite gençliğini göklere çıkaran manşetlerle seslenecekti, kamuoyuna… 5 Aralık 1945 tarihli Tanin gazetesinde manşet “Üniversite gençliğinin tezahüratı” şeklindeydi. Gazete, “Yüksek tahsil gençliği dün yaptığı muazzam bir mitingde Kemalizm rejimine bağlılığını teyit etti” diyor; dört gün sonra “Nümayiş Hadisesi” başlıklı bir yazı kaleme alan Hüseyin Cahit Yalçın ise, “…Bolşevik propagandasının kazandığı bir kale gibi gösterilmek istenen Üniversite, son yaptığı necip (asil) ve yüksek protesto hareketiyle kendisine leke sürülmesine imkân bırakmamıştır!” yorumunda bulunuyordu.22 Cumhuriyet, Tasvir, Vatan, Vakit, Yeni Sabah, Son Posta, Son Telgraf’ ve CHP’nin yayın organı Ulus’un manşet ve yorumları da aşağı yukarı aynı çizgideydi. Türk basınına bakarsanız, Türk gençliği komünist tahriki ve kızıl propaganda karşısında galeyana gelmiş, ayağa kalkmış veya Kemalizm’e bağlılığını göstermişti. Sadece öğle saatlerinde baskıya giren Akşam gazetesi 4 Aralık 1945 günü yaptığı ilk baskıda, “Talebenin heyecanı esefle karşılanacak bazı neticeler verdi, Tan gazetesinde tahribat yapıldı” manşetini atabilecek ancak üniversiteli gençlerin gazetenin kapısına dayanmasıyla manşet yıkılacaktı. İkinci baskıda manşet, “Üniversite talebeleri bu sabah tezahüratta bulundular” şeklindeydi. Ankara Caddesi’nde, karşı cenahtan çıkıp da, “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm!” diyebilen olmamıştı Sertel çiftine… Türk Basın Birliği Başkanı Hakkı Tarık Us ise olan biteni sadece izlemiş; Necip Fazıl Kısakürek’e bakarsanız gördükleri karşısında heyecana da kapılmıştı. Kısakürek Büyük Doğu dergisinde şöyle anlatacaktı: “…Saniye içinde bütün engeller, Tan’ın kepenkleriyle birlikte kâğıt şeklinde yırtılıyor ve Tan matbaası çürük bir diş gibi sallanmaya başlıyor. Birkaç dakika sonra Necip Fazıl, Basın Birliği Reisi Hakkı Tarık’ın kaptan kulesi tarzında manzaraya hâkim şahsi odasındadır. Ve Hakkı Tarık gibi bir mantık ve ölçü adamının etrafındakilere şu sözü söylediğini duymaktadır: ‘Ne ölçüsü efendim, hangi ölçü? Bu her ölçüyü yıkan ve hepsinin üstüne çıkan bir heyecandır!..’”23
SÜRGÜNDE ÖLDÜLER
Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti Türk basınında bir daha kalem oynatamadılar. Gazeteci çift, saldırıdan 45 gün sonra Cami Baykurt ve Tan gazetesi ortağı Halil Lütfi Dördüncü ile birlikte tutuklanıp Sultanahmet Cezaevi’ne gönderileceklerdi. Dördü için de ağır hapis cezaları talep ediliyordu! Özgürlüklerine ancak 114 gün kavuşabildiler. Uzun bir yargılamanın ardından verilen beraat kararına rağmen siyasi polisin nefesini her an enselerinde hissediyor, vatanlarında korku içinde yaşıyorlardı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, yakın dostları Nazım Hikmet’in bir hiç uğruna hapiste çürütülmesi can güvenlikleri konusunda endişeye kapılmalarına neden olacak, 1950 yılında vatanı terk edeceklerdi. Sabiha Sertel 2 Eylül 1968 tarihinde Bakû’de, Zekeriya Sertel ise 11 Mart 1980 tarihinde Paris’te vatanından uzakta ölecekti.
1 Roman Gibi, Sabiha Sertel, s.366.(Cem Yayınevi)
2 A.g.e., s.278.
3 (Serpil Eryılmaz, Türkiye’de Alman Basın Politikası 1939-1943, Alman Dışişleri Siyasi Arşiv Dosyaları, Alman Büyükelçiliği Ankara, Bochum Ruhr Üniversitesi, Felsefe, Pedagoji, Basın-Yayın Fakültesi Yüksek Lisans Tezi, 1994), Serteller, Korhan Atay, s.19.
4 A.g.e., s.20.
5 II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Hıfzı Topuz, s.170.
6 Matbuat Basın derkeen… Medya, Bedii Faik, s.46-47.
7 Perde Aralığından, Nadir Nadi, s.127 (Çağdaş Yayınları)
8 A.g.e., s.132.
9 11 Mayıs 1944, İkinci Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Hıfzı Topuz, s.179.
10 Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Sina Akşin, s.221-222.
11 Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Muhalif Bir Dergi, Yrd. Doç. Dr. Hülya Öztekin, s.177. (İnternet kopyasından)
12 A.g.y., s.178.
13 Serteller, Korhan Atay, s.34.
14 Serteller, Korhan Atay, s.35.
15 A.g.e., s.37.
16 A.g.e., 38.
17 A.g.e, s.34.
18 Matbuat Basın derkeen… Medya, Bedii Faik, s.49
19 O gün, Can Dündar, s.25.
20 Serteller, Korhan Atay, s.43.
21 A.g.e., s46.
22 Basında ‘Tan Olayı’ – 4 Aralık 1945, Ayla Acar, s.12-18, İstanbul Üniversitesi İletişim Dergisi, internet kopyasında.
23 Serteller, Korhan Atay, s.44.