Gelmiş geçmiş İngiliz Hükümetlerinin ilk resmî yayın organı olan The London Gazette, 1665 yılının 7 Kasım günü, Londra’nın Babıâli’si olan Fleet Street’teki matbaacı Henry Muddiman’ın dükkânında dizildi, basıldı.
Kral II.Charles, 1640 İngiliz Burjuva İhtilali sonrası kısa bir dönem cumhuriyet tecrübesine kalkışmış bulunan meraklı İngiltere’ye tekrar kraliyeti getirmiş, bu döneme de Restorasyon adının verilmesine sebep olmuş kurucu kraldır.
İşte onun paşa gönlü bir gazete çıkarılmasını istemiştir.
“The London Gazette” saraya, hükümete ve meclise dair günlük kısa haberler veriyordu; pek sıkıcıydı. Üstüne para verip alınacak şey değildir, hani…
Matbaacı Henry akıllı adamdır, dedi ki gazeteyi hazırlayanlara, “Kanun maddesi okur gibi yazılmış metinlerin arasına şehirden haberler, sosyeteden skandallar, birazcık uyduruk şeyler de koyalım, basalım”; işte böyle yaptılar.
Gazete biraz gazeteye benzedi, hasılı…
O vakitler yazarlığıyla meşhur olmuş, her telden çalmaya meraklı biri olan Samuel Pepys’in matbaacı Henry ile arası sıkı fıkıdır, içtikleri su ayrı gitmez.
Samuel gazetede düzenli olarak yazmak ister, Henry onu kıracak değil ya; dizgiciye harf kasasından bir çubuk çıkartıp sayfanın ⅓’ünü bölmesini söyler, bu dikdörtgen kutucuğun üst tarafına yazarın adını koyar, yazıya da İnisiyal Harf denilen süslü, kıvrak, afili ve büyük harfle başlar… Harf bu heybetiyle caka satar orada…
Bugün köşe yazısı diye adlandırılan, çerçeveye alınmış, orada kendi istiklalini ilan etmiş bulunan yazı mekânlarının öncüsüdür bu…
Bu köşeli dünyayı, Samuel Pepys’e borçludur bütün köşe yazarları…
Bu Samuel var ya Samuel, Parlamento üyesi olmaklığı yanında Denizcilik Bakanlığının, ki hey hey demeli burada, niye, sor bakalım niye, zira Denizcilik Bakanlığı demek İngiltere demektir, işte o bakanlığın sekreterliğini yapıyor, bütün kâğıtlar, mektuplar, en gizli şifreler elinden geçiyordur.
Gazetede yazdıkları bir yana, Samuel Pepys o sırada bir günlük de tutuyordu; herkesten en gizli devlet sırrı gibi saklamaktadır bunu…
Karısı Elizabeth bile hasedinden çatlar ama öğrenemez neler yazdığını.
Zina yapıp karısını aldatsa belki af görür de, lakin böyle gizli kapaklı yazdın mı en büyük suç! Bayan Pepys’in bu günceyi okumadığı aslında iyi olmuş; zira Pepys günlüğünde karısına verir de veriştirir. Dedikodu etmeyelim fakat araları pek limonidir.
1660’da yazmaya başladı, 1669’da sonlandırdı, soluk alıp verdiği şu anlamsız dünyada kimselere de okutmadı.
Okunmasın diye şifreli bir yazılım kullanıp stenografi ile tamamlar güncesini…
Şu yazar denilen tuhaf insanları anlaması epeyi müşgül iştir, zordur, hem yazmak ister bunlar hem de saklamak!
Fakat SIR dediğimiz şey kendisini ele vermeye pek meraklıdır, hakikatin ortaya çıkmak gibi bir hevesi vardır.
Pepys’in günlüğü ölümünden sonra bulunmuş, bu saçma sapan yazıya benzer ama yazı olmayan işaretleri kimse okuyamadığından kilitli kasalarda bekletilmiş, iki yüzyıl sonra, sabırlı bir rahip olan John Smith 1822’de şifreleri kırıp gizli hazineyi ortaya çıkarmıştır.
“Vay anası” dediklerine benzer şaşkınlıkla Pepys’in aklından geçenleri, yaşadıklarını bir bir okumuş, bizlere de okutmuştur. Pepys’in aktardıkları bugünün tarihçilerine yol gösteren evraktan sayılır.
Pepys Londra’nın büyük yangınından bahseder, veba salgınını da unutmaz, bunlar bir yana dursun, asıl siyasetin ve bürokrasinin tam göbeğinde olduğu için çapsız ve kuturu eksik ne kadar Sir-Sör varsa ortalıkta, onların ipliğini pazara çıkarır. Neler yazmaz ki!
1666 yılının 17 Eylül günü, günlerden pazartesi imiş, “Yataktan kalktım, bir haftadır uzamış sakalımı tıraş ettim, oh be, dünya varmış, dün neydim bugün ne oldum!” diye sayfasına not düşer…
Buna o kadar şaşırmalı mıyız, evet hatta şaşkın şabalak kalmalıyız.
O güne kadar tıraş olmak bir zanaat olarak berberlere mahsus bir şeydir, fakat 1750 Sanayi Devrimine doğru rap rap, düzgün adımla ilerleyen kapitalizmin her eve lazım diyerek ürettiği jiletten evvel erkeklerin eline verdiği usturayı unutmamalıyız.
Bu büyük bir keyiftir!
Yanında sabun ve fırça da olursa, keyiflerin âlâsıdır.
Usturanın keskinliği kayışta ortaya çıkar, ki kayış dediğinin makbulü manda derisinden olanıdır. Kayışın bir yüzü kalın sert aba kumaş, öteki tarafı hâlis deridir.
35-40 santim uzunluğunda, 5-7 santim enindeki kayışın bir ucu metal bir halkayla zapt edilmiştir, duvarda sağlam bir yere mıhlanır. Öteki ucu bileyicinin elinde uzanır. Berber kayışı iyice gerer, evvela kayışın tersini çevirir, buradaki aba kumaş kaplı kısma usturayı bir aşağı bir yukarı, tersine tersine sürtüp çeliği kızıştırıp ısıtır. Sonra soğutmamak lazım, hemen kayışın tersini, manda derisini yüz göz eder…
Kayışın üzerinde sürterek, bir aşağı bir yukarı derken, usturayı kıldan ince kılıçtan keskin yapar; hey hey ki hey hey, mesleğin erbâbı burada belli olur. Usturayı alıp, keskinliği anlamak için baş parmağın tırnak üstüne şöyle hafiften bir değdirecek, tırnak üstünde zar gibi bir kesik gördü mü, usturasına artık güvenecektir.
Tıraşın en önemli kısmı, er kişinin sakalını evvela sıcak suya batırılıp suyunun fazlası alınmış havluya birkaç dakika yüzünü sarıp sarmalayıp ısıtmaktır. Ardından köpük köpük tıraş sabunuyla er kişinin suratı bulut rengine dönmelidir.
Bu vesile söylemesi gerekir ki, İstanbul ve taşra berberlerinin en gözde tıraş sabunu markası Arko’dur, Karaköy geçidindeki işporta tezgâhlarında bir süredir 5 Türk Lirasına satılmaktadır; bilmem ki şimdi kaç liradır!
Pepys’in zamanlarında böylesi damat tıraşı olmak, hem de perdahlı, yani surattaki kılların tersine tersine ustura çekilmiş bir yüz takınıp sokağa çıkmak fazlasıyla efemine bir şeydi; erkeklerin çektiği de az değildir hani, fakat tarih başka mühim şeylerle meşguldür, bunlardan bahsetmez. İşin zahmeti bize kalır.
On yedinci yüzyılda İngiliz Dandy’si kavramıyla tarif edildiği gibi pek züppe işi sayılan bu matruş olmak uğraşısı, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, beyefendi olmanın âlameti sayılır.
Jules Verne’nin 80 Günde Devr-i Âlem romanında kahramanı, İngiliz sör, kumarbaz, entelektüel, züppe-serüvenci-sömürgeci-fena halde kraliyetçi Phileas Fogg, Fransız asıllı uşağı Jean Passepartou’nun her sabah tıraş suyunu 86 derecede kaynar getirmesini ister.
Ne bir derece soğuk ne bir derece kaynar!
Bir gün sıcaklığı 80 selsiyus derecesine düşmüş olan tıraş kabındaki suyu, yüzünde gezinen fırçasında hemen hisseder ve gerisin geri gönderir.
Tıraş olmak işte böyle romanlara bile girer, hassasiyet ister, sıcaklığın 86’dan seksene düşmesine dahi tahammül etmez.
Deneme yazısı bütün bu tahammülsüzlüğün edebiyatıdır, ne diyeceği başından belli olmayan bir yazıya başlamaktır.
Ne amacı belli ne de bir iddiası olan, sadece yazarının kendini eğlendirdiği, belki okuyanı çıkarsa onun da keyif alacağını zannettiği ve kelime oyunları yaparak yazı sanatının şahbazı olduğuna kanaat getirip kendisini de inandırdığı bu deneme yazıları, bazen, “The London Gazette” gibi önemli ve ciddi bir meseleyle başlar, bir bakarsınız tıraş suyunda küçük bir fırtınaya bile yakalanır.
Buna sadece siz değil, denemenin yazarı da pek şaşırır, kalır.