Bugün de Türkiye’de basının ve gazeteciliğin durumu, 1946-48 yıllarında Markopaşa ve Sabahattin Ali üzerinde estirilen terörden hiç farklı değil. Hatta özgür düşünce üzerinde baskı ve sindirme daha da katmerli bir biçimde yaşanmakta. Monarşi müptelâları, Tek Partili Cumhuriyetin 1925 tarihli Takrir-i Sükun (Sessizlik Önergesi) Kanununu daha da ağırlaştırarak icra etmekteler.
Markopaşa, II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de şekillenen Soğuk Savaş koşullarında yayımlanan, maruz bırakıldığı ibretlik cadı kazanı uygulamalarıyla bir döneme damgasını vurmuş bir mizah gazetesinin adı. 1946 yılında yayın hayatına başlayan gazetenin bu yıl 70. yıldönümü. Bir yıldönümü anması vesilesiyle olmasa bile, tarihin tozlu raflarında unutulup gitmiş önemli bir basın olayını tekrar hatırlamakta türlü yararlar olabilir. En azından son yıllarda basın ve medya üzerinde artan siyasi baskılar konusunda tarihsel perspektifle düşünme fırsatı bulmak mümkün. Hatta özellikle bu açıdan Markopaşa bugün oldukça elverişli ve güncel bir konu sayılabilir.
Türkiye’de basının oldukça şaşırtıcı ve zengin bir gelişim öyküsü var. Bu uzun öyküde Markopaşa’nın özel bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle, Türk basın tarihinde en yüksek tirajlı gazetelerden biri olmasına karşılık, basılıp dağıtılması önünde çıkarılan akıl almaz engeller, bu engelleri aşma çabası dolayısıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Markopaşa insanları güldüren, güldürürken düşündüren siyasi içerikli bir mizah yayını ama bundan çok daha dikkat çeken özelliği, gazetenin ve yazarlarının başına gelenler. Siyasi mizah amaçlı, gayet masum bir yayının kısa süre içinde bir kara mizah olayına dönüşmesi ve en sonunda da “faili meçhul” bir cinayetle noktalanması durumun vahametini gösterecek nitelikte. Markopaşa’yı geçmişte olup bitmiş bir olay olarak görmek kolaycı bir tavır olacaktır.
Markopaşa Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın yazarlığını, Mustafa Mim Uykusuz’un çizerliğini yaptığı haftalık bir mizah gazetesi. Sabahattin Ali gazetenin başyazarı ve edebiyatçı kimliğiyle öne çıkıyor. Gazetenin, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi, gelecekte popüler olacak iki yazarın yetişmesinde de önemli bir ilk basamak oluşturduğunu söylemek mümkün. Gazete ekibinin basın-yayın hayatına getirdiği bir yeniliğe de dikkat çekmeli: Kökleri eskiye giden halk mizahına toplumcu ve gerçekçi bir boyut ekleyerek geliştirmek. Bu bakımdan Markopaşa’nın, adeta kurumsal olmayan bir “okul” olarak, kendisinden sonraki mizah yayıncılığını derinden etkilediği tespitini yapmak abartılı olmayacaktır. Özellikle 1960-70 döneminde muhalif ve “sol” görünümlü popülist siyasi mizah anlayışının köklerini Markopaşa’da aramak olanaklıdır.
Otoriter rejime karşı muhalif mizah
Markopaşa’nın yayınlandığı dönem Türkiye’de siyasal açıdan önemli bir dönüm noktasının başlangıcıdır. II. Dünya Savaşı’nın zorlu koşulları altında, kısa bir süre önce Almanya ile Sovyetler Birliği ve diğer müttefik devletler arasında kesin bir tercih yapmamış olan, dünya savaşına girmek de istemeyen Türkiye, savaşı izleyen dönemde dünyanın bloklaşması ve polarizasyon koşullarında belirli bir blokta yer almak için seçim yapmak durumunda kalmıştır. Dünya yeniden biçimlenmektedir. “Milli Şef” İsmet İnönü’nün de tercihiyle Türkiye’nin kapitalist Batı bloku içinde yeni bir serüvene atılması ve içe kapalılıktan çıkarak Batı blokuna bağlı çok partili bir rejime geçmesi için ilk hazırlıklar yapılmaktadır. Genel seçim için en tepeden düğmeye basılmıştır. 1946 yılı Temmuz ayında yapılan milletvekili genel seçimleri, Cumhuriyet döneminde tek dereceli olarak yapılan ilk çok partili genel seçimdir. Seçim sonunda mecliste CHP 395, DP 66, Bağımsızlar 4 milletvekili koltuğu kazanmıştır. Bu seçimin bir özelliği, CHP’nin inisiyatif ve kontrolü altında, yargısal denetim dışında ve “açık oy-gizli tasnif” usulüyle yapılmış olmasıdır. Bundan dolayı mizaha konu olabilecek nitelikte, güdümlü ve şaibeli bir seçim olarak tarihe geçecektir. CHP bürokrasisi siyasal hayattaki etkisini sürdürmeye devam etmektedir. Ama bir yandan da tek parti rejimi çatırdamakta, çok partili rejime geçişin sancıları yaşanmaktadır. Ülkede siyasal kriz koşulları hüküm sürmektedir. Bu kritik koşullar altında mütevazı bir mizah yayını olarak 1946 yılında yayın hayatına atılan Markopaşa, CHP’ye ve bu partiye dayalı otoriter rejimin bürokratik uygulamalarına olduğu kadar, Amerikan seçimini yapmış olan yeni siyasi kadrolara, DP’ye karşı da muhalif bir çizgide yayın yapar. Muhalefetin de muhalefetidir.
Çok partili rejime geçiş sırasında, önceki dönemin ağır şartlarında birikmiş olan sorunlar toplumda belirli bir tepki birikimine yol açmış bulunmaktadır. Markopaşa’nın muhalif çizgisinin toplum kesimlerinde gördüğü ilgi biraz da bu durumla ilgilidir.
Markopaşa yazarları geleneksel halk edebiyatının sembollerine sıklıkla başvurmuşlardır. Bunlardan biri “Kırk Haramiler”dir. Bu tipleme, II. Dünya Savaşı yıllarında her ne kadar Türkiye savaşa girmemiş olsa bile, seferberlik şartlarında temel tüketim maddelerinin kıtlığına bağlı olarak, istifçiliğe, stokçuluğa, karaborsacılığa, ihtikara başvuran, yokluğu fırsata çeviren, türlü yolsuzluklar yaparak kısa sürede bitleri kanlanan bir sermaye zümresini temsil eder. Siyasal iktidar mensupları da bu eleştirilerden paylarını alacaktır. Çünkü hükümet ve CHP bürokrasisi bu yolsuzluklara göz yummuş, tekelci girişimleri himaye etmiş ve bundan nemalanmıştır. Bu bakımdan Markopaşa’nın halkın beklenti ve duygularına tercüman olduğunu düşünmek mümkündür. Gazetenin ilk sayısı 5000 nüsha basılmıştır. Büyük bir ilgiyle karşılanmış, ilk haftanın sonunda tamamen tükenmiştir. Tecrübeli yayıncı Zekeriya Sertel, Sabahattin Ali’ye şöyle yazar: “İkinci baskıyı 25 bin yapın.” Gazetenin tirajı kısa zamanda 50-60 binlere ulaşmıştır. O yıllarda en çok satan gazetelerin bile tirajlarının 50 bini geçmediği düşünülecek olursa, önemli bir başarıdır bu.
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in Markopaşa’da yayınladıkları yazılar siyasal edebiyat türünün popüler örnekleridir. Sabahattin Ali’nin bu yazılarında edebiyatçı yönünün geri plana düştüğü söylenebilir. Buna karşılık siyasal mizah alanında Aziz Nesin ilerleyen yıllarda daha parlak ve gelişkin örnekler verecektir.
Çok partili rejimin daha ilk aylarında, meclise giren ana muhalefet partisi DP’ye rağmen, Markopaşa bütün partilerden bağımsız ve daha etkili bir muhalefet çizgisi izlemiştir. DP kadrolarının rejim tarafından bir tehdit olarak görülmemesine karşılık, Markopaşa’nın mecliste ve siyasi kulislerde adeta fırtınalar koparmış olması gerçekten ilgi çekicidir.
Gazeteye ağır baskılar yapılmış, kimi sayılar toplatılmış, yazarlarına birçok dava açılmıştır. Hatta ismindeki paşa kelimesinden dolayı, “Milli Şef”i İsmet Paşa’nın otoritesine gölge getiriyor gerekçesiyle kapatılmıştır. Bu tür tatsızlıklar sebebiyle Markopaşa “Toplatılmadığı zamanlar çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar” gibi ibarelerle yayınlanmıştır. Kimi zaman yazarlar dergiyi elden dağıtmak zorunda kalmışlardır.
Gazetenin başyazarı ve sorumlu editörü Sabahattin Ali’dir. İlk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkar. Son sayısı 19 Mayıs 1947 tarihini taşır. Bu adla ancak 22 sayı yayınlanabilmiştir. Markopaşa kapatılınca sırasıyla Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Alibaba ve Kırk Haramiler adları altında gazetenin devamı niteliğinde yeni gazeteler çıkarılır. Alibaba, “Kırk Haramilere Karşı” ibaresiyle yayınlanır. Dönemin şartlarında Markopaşa adeta Donkişotvari bir mücadele yürütmüştür. Ancak gazete yazarlarının sonunda enerjisi tükenmiştir; Sabahattin Ali Aziz Nesin’le görüş ayrılığına düşer. Daha sonra da arkadaşları tarafından yalnız ve yüzüstü bırakılır. Sabahattin Ali, Mehmet Ali Aybar tarafından çıkarılan Zincirli Hürriyet gazetesine geçer. Markopaşa, Alibaba, Kırk Haramiler gibi isimler geleneksel halk edebiyatından, darbımesellerden esinlemeler taşır ve halk arasında genel bir öğretici etkiye olduğu kadar siyasal açıdan eleştirel unsurlara da sahiptirler. Markopaşa çok kısa bir süre içinde halk arasında büyük bir ilgiye mazhar olur. Halkın hafızasında yer etmiş ibretlik hikayelerden unsurlar taşıması bu ilgiyi kısmen açıklar.
Gazete yazarları arasında siyasi muhalif olarak özellikle Sabahattin Ali’nin ismi öne çıkmaktadır. Sabahattin Ali Türk edebiyatında Anadolu’nun, toplumun sıradan, vasat kesimleriyle sahici bir bağ kurabilmiş nadir yazarlar arasında yer alır. Bakışı, elitist ve kibirli, vasat Türk aydınının üstenci, bilgiç ve pedagojik yaklaşımından uzaktır. Markopaşa’daki yazılarını, güvenli evinin penceresinden değil, sokaktan, hayatın içinden, hapishane parmaklıkları gerisinden bakarak yazar. Kendi elit çevrelerine kapanmış, toplumla bağ kuramayan yöneticileri kıyasıya eleştirir. Bu yazılarında toplumcu, daha doğru bir ifadeyle halkçı bir bakış açısı göze çarpmaktadır.
Markopaşa yayınından önce Sabahattin Ali’nin oldukça genç yaşta iki kez yargılandığını ve hüküm giyerek tutuklu kaldığını belirtmemiz gerek. 1940 yılında yayımlanan İçimizdeki Şeytan adlı romanı ırkçı-milliyetçilerin cenahın şiddetli tepkisiyle karşılanmıştır. Savaş yıllarında Behice Boran’ın yayınladığı Yurt ve Dünya dergisinde çeşitli yazıları yer aldı. Serteller’in Resimli Ay dergisinde öyküleri yayınlandı. 1944 yılında Tan gazetesinde yazmaya başladı, ancak gazetenin kısa süre sonra aşırı sağcılar tarafından basılarak tahrip edilmesi üzerine işsiz kaldı. Markopaşa’yı çıkarma düşüncesi bu dönemde oluştu. Ancak gazete yayın hayatına atıldıktan kısa bir süre sonra hükümete ve ırkçı-Turancı çevrelere muhalefetinden dolayı şiddetli bir baskı çemberi içine alındı ve daha sonra da kapatıldı. Bunun üzerine gazete yayınını Malumpaşa, Merhumpaşa gibi adlarla sürdürecekti. Bu gazetelerde yazdığı çeşitli yazılar hakkında Sabahattin Ali’ye ve Aziz Nesin’e çeşitli davalar açıldı. Çıkardıkları her gazeteye sayısız engel çıkartılıyordu, dağıtımı engelleniyor, matbaa ve bayilerden toplatılıyordu.
Sabahattin Ali’nin dramı
Gerçekte Sabahattin Ali’nin dramı, Markopaşa’dan önce 30’lu yıllarda başlar. Birtakım çevrelerce “komünist” ve “vatan haini” olarak damgalanmıştır. Özellikle İçimizdeki Şeytan adlı alegorik unsurlar taşıyan romanı aşırı milliyetçi çevrelerin tepkisini çekmiştir. Bu romanda Nihal Atsız ve çevresindeki milliyetçileri hicveder. Atsız, 1935 yılında ihbar amaçlı olarak “Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nâzım Hikmetof Yoldaşa” adlı kitabını yayınlar. O yıllardan itibaren çıkardığı dergilerde sola yönelik ölçüsüz suçlamalarda bulunmayı sürdürür. “İçimizdeki Şeytanlar” adlı yayınında (1940) ise doğrudan Sabahattin Ali’yi hedefler. Bu kitabını “En Sinsi Tehlike”, “Hesap Böyle Verilir” takip eder. Atsız, İçimizdeki Şeytan yazarına karşı giriştiği polemikte şunları yazar: “Biz Türkçülerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir hâlde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin halledemediği davaları kan halleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimî ve erkekçe bir teklifim var: Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmen icap eder. Bu davayı kökünden halledebilmek için benimle, şehirlerden çok uzak bir yerde süngü veya kılıçla bir ölüm dirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz birbirimize ölüme kadar düşmanlık güdecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun. Herhalde senin de istediğin ‘birşeyler’ yapmalıyız. Türk gençliğini roman ve hikâye ile zehirlemekte devam etmene engel olmak için sana bu teklifi yapıyorum. Fikir sahasında bizimle boy ölçüşemezsiniz. Fakat gizlice bazı kimseleri kandırabilirsiniz. Bunun da önüne geçmek için sana en şerefli iki silâhtan biriyle, ikimizden biri ortadan kalkıncaya kadar, vuruşmayı teklif ediyorum. Bilmem ki bu şerefi de tepecek misin?..” Bir edebiyatçının kişiliğini sindirmeye ve yok etmeye yönelik bu faşizan üslup geçerli bir mücadele yöntemi olarak sonraki dönemlerde de uygulanmıştır. Yukarıdaki ifadeler, komünist oldukları suçlamasıyla 1948 yılında DTCF’li akademisyenlere reva görülen tasfiyeleri olduğu kadar, aynı yıl Sabahattin Ali cinayetinde nasıl bir mekanizmanın işlediğini, kimlerin rolünün bulunduğunu da açıklayacak niteliktedir.
Sabahattin Ali basın ve yayıncılık alanında kendisine çıkartılan bin bir türlü zorluklar, hakkında yapılan asılsız suçlama ve ihbarlar, üst üste aldığı hapis cezaları nedeniyle, ailesinin geçimini sağlamak için kamyonla yük taşımacılığı yapmaya başlayacaktır. Bu olay da kişisel ve ailevi dramının bir parçasıdır. Sonunda etkisizleşmiş varlığına da tahammül gösteremezler. 1948 Nisan’ında Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın bir yerinde faili meçhul bir cinayete kurban gider.
Sabahattin Ali’nin ölümünden önce son yazdığı yazılardan biri Zincirli Hürriyet gazetesinde yayınlanır. Zincirli Hürriyet, II. Meşrutiyet döneminin otokrasiye karşı özgür basını ve muhalefeti temsil eden önemli bir sembolüdür. Gazetenin başlığı, sürekliliği olan, majör nitelikte bir tarihi anlam yüklüdür. Tanzimat, II. Meşrutiyet ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde neşredilen yayınlarda sıklıkla başvurulan bir simgedir. Hürriyet, zincire vurulmuş ve kurtarılmayı bekleyen, masum ama pasif bir güzel kadını temsil eder. Ne var ki, her dönemde, kurtarıcıları onu taciz edeceklerdir. Sansür uygulamalarıyla, Takrir-i Sükun kanunlarıyla, kışkırttıkları nümayişlerle, baskınlarda yakıp yıktıkları gazete binalarıyla, yargıladıkları ve öldürdükleri gazetecileriyle…
Sabahattin Ali cinayeti üzerindeki kalın sis perdesi bugün hala dağılmış değil. Son yıllarında en yakın dostlarının bile ondan yüz çevirmiş olması, kimi sol çevrelerde hakkında yapılan türlü spekülasyonlar da bu sis perdesine katkıda bulunuyor. Böylece, çeşitli yönleriyle değerlendirilmesi gereken bu cinayet, Soğuk Savaş ortamında gerçekleşen bir nevi Sherlock Holmes vakası olarak görülüyor ve karartılmış oluyor. Bu karartmanın önüne geçmek, ancak Türkiye’de tek partili rejimden çok partili rejime geçiş döneminin siyasi koşullarının ve 30’lardan itibaren biçimlenen yeni bir aşırı milliyetçi cereyanın etraflı bir bakış açısıyla değerlendirmesiyle mümkündür. Sabahattin Ali tekil bir örnek olmadığı gibi, yaşadığı dram da birtakım rastlantıların, şahsi nefretlerin eseri değildir. 1930’larda Kemal Tahir’in Namık Kemal hakkındaki anket çalışmasına milliyetçi gençlerin verdiği reaksiyon, 1938 Donanma Davası, üst üste yapılan komünist tevkifatları, 1945 Tan gazetesi baskını, 1948 DTCF akademisyenlerinin tasfiyesi, bütün bu dönemlerde aşırı milliyetçi gençler tarafından bir avuç aydına karşı düzenlenen -devletin gizli mahfillerince sevk edildiği anlaşılan- örgütlü nümayiş ve baskınlar, bütün bunların hepsini taçlandıran 1951 komünist tevkifatı, 1951’de Nazım Hikmet’in yurtdışına kaçmak zorunda kalması ve vatan haini ilan edilmesi gibi olaylar bütünlüklü olarak düşünüldüğünde, Sabahattin Ali’nin ve bir grup aydının başına gelenlerin sistemli bir siyasi faaliyetin uzantısı olduğu anlaşılır. Parçalar birleştiğinde puzzle’ı tamamlamak mümkündür. Okuryazar, gazeteci, edebiyatçı ve akademisyen elitler üzerinde ciddi bir kontrol bir mekanizması işletilmiş, amansız bir sindirme ve baskı ortamı yaratılmıştır.
Sonuç yerine
Bugün de Türkiye’de basının ve gazeteciliğin durumu, 1946-48 yıllarında Markopaşa ve Sabahattin Ali üzerinde estirilen terörden hiç farklı değil. Hatta özgür düşünce üzerinde baskı ve sindirme daha da katmerli bir biçimde yaşanmakta. Monarşi müptelâları, Tek Partili Cumhuriyetin 1925 tarihli Takrir-i Sükun (Sessizlik Önergesi) Kanununu daha da ağırlaştırarak icra etmekteler. Bunun anlamı şu: İkinci bir emre kadar herkes susacak, yaprak bile kımıldamayacak, muhalif olan herkes duvarın önüne dizilip tek ayak üstünde bekleyecek! Sadece iktidarın ötmesine izin verdiği düdükler ötecek. “İleri demokratik bir ülke”de iktidarın basın-yayın kuruluşlarına karşı hoyrat yasak ve tecavüzleri hız kesmeden sürecek. Gazeteler, dergiler üçer beşer kapatılacak, binaları basılacak, gazeteciler-yazarlar yargılanacak. Diğer yandan, üniversite ve medya mutlak anlamda siyasi iktidarın hizmetçisi haline getirilecek. Özgür düşünceye tahammül edemeyecekler, en ufak bir eleştiriden dahi korkacaklar.
Geçmişte nasıl ki komünistlik, “kökü dışardalık” ve vatan hainliği suçlamasıyla muhalifler üzerinde ağır baskılar uygulandıysa, bugün de Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan gibi yazarlar “terör örgütüne üyelik, yardım ve yatakçılık”la suçlanarak ağırlaştırılmış müebbet cezası ile yargılanabiliyorlar. Bu açıdan değişen pek bir şey yok. Belki de Soğuk Savaş döneminden bile vahim bir durum. Gene, düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı karanlık bir dönemden geçiyoruz. Özgür kalemi, beyni ve yüreğiyle çırpınan bir avuç insan devlet eliyle tamamen sindirilmek isteniyor. Bütün yurttaşların yaygın cehalet, baskı ve itaat pompalayan düzene ilelebet rıza göstereceklerini, teslim olacaklarını umuyorlar. Yalan, hile ve zorbalığa başvurmaktan başka seçenekleri kalmamış. En bayağısından Soğuk Savaş’ın cadı avı taktikleriyle toplumun geniş kesimlerinin iradesine hükmederek ülkenin geleceğini karartmak istiyorlar. Bu amaçla çok ağır bedeller ödetiyorlar, daha da ödetecekler gibi gözüküyor. Ama bilmiyorlar ki özgür ve eleştirel düşünce asla susturulamaz. Güneşin balçıkla sıvanamayacağının en açık delili, birçok dile çevrilen romanları, hikayeleri, çevirileri, ondan fazlası bestelenen şiirleri, sinemaya uyarlanan on eseri, hakkında yapılan çok sayıda akademik tezle, yazılan birçok kitap, makaleyle Sabahattin Ali’nin daima güleryüzlü imgesinin ve halk dostu Markopaşa’nın hala aramızda yaşıyor oluşudur.
Kaynaklar
Cumhuriyet Döneminde Türk Mizahı, Hazırlayan: Aziz Nesin, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1973.
Levent Cantek, Markopaşa: Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi, İletişim Yay., İstanbul, 2015.
Nihal Atsız, İçimizdeki Şeytanlar, İstanbul 1940.
Sabahattin Ali, Canım Aliye, Ruhum Filiz, Haz. Sevengül Sönmez, YKY, İstanbul, 2016.
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, YKY, İstanbul, 2016.
Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Haz. Hikmet Altınkaynak, YKY, İstanbul, 2016.
Bu makale Mesele Dergisi’nin Aralık 2016 tarihli 120. sayısında da yayınlanmıştır.