Son yıllarda Dersim ve çevresiyle ilgili olarak bölge insanlarının yaptığı yazılı ve görsel çalışmalar gözardı edilemeyecek kadar çok. Bunlardan Devrim Tekinoğlu’nun “Bindokuzyüzdoksandört” adlı belgesel filmi ilgimi çekenlerden biri oldu. Film 1994 yılında Dersim bölgesindeki köy yakmaları ele alıyor.
Ohal Bölge Valiliği’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Araştırma Komisyonu’na Kasım 1997’de sunduğu verilere göre 1994’te bölgedeki 183 köy ve 823 mezra ve 8 bin 439 hanede yaşayan 41 bin 939 kişi evlerinin devlet tarafından yakılması suretiyle yerlerinden sürüldü. Daha sonra sınırlı imkanlarıyla geçici ikametler sağlayan mağdurlar AİHM´e binlerce dilekçeyle başvurarak hak arayışına girip kısmen de olsa tekrar bölgede yaşayabilme ve tazminat hakkı kazandı.
1994’teki yerinden koparılmayı ve daha sonrasındaki yeniden yerleşimi ele alan filmin isminden görsellerine, müziğinden röportajlardaki dil kullanımına kadar bir çok şeyi ayrıntılarıyla kavramaya çalıştım. Çünkü bana göre bu film tarih çalışması değil, daha dün diyebileceğimiz 1994’ü ele alıp 1938 ile birleştirerek yerinden edilmenin güncelliğine değinen bir kurguya dayanmaktaydı. Bazı görüntülerde ağır çekim kullanılması ve röportajların hemen hepsinin açık alanda yapılması bende “henüz tamamlanmamış bir sürecin içinde” yani hala kısır bir döngüde yaşadığımız izlenimi yarattı. Filmi daha yakından tanımak ve anlamak için yönetmeni Devrim Tekinoğlu ile görüştüm.
Tanıklık: Köylerin Yakılmasının Hemen Ardından
Devrim, 1994’te kaç yaşındaydın ve neredeydin?
1974 doğumluyum. Hesapla, 20 yaşındaydım. Ovacık`taydım. Üniversiteye başlamıştım, ama köyler yakıldığı sırada oradaydım.
O günleri nasıl hatırlıyorsun?
Babamın lokantasında çalışıyordum. Ovacık’ta hükümet konağının önünde bir meydan vardı. Oraya dolmuştu insanlar. Her yer dumandı. Kimi araçlarla gelmişti. Biranda evsiz kalan insanlar geçici evlere yerleştirildiler.
Kaos yani…
Kaos değil de, şöyle tarif edebilirim, çaresizlik. Vücutta, yüzün ifadesinde kendini gösteren bir düşürülmüşlük vardı. Şiddete uğrayan birini düşün. Her şeyi yerle bir edilmiş. Büyük bir haksızlıkla karşı karşıya ama hiçbir şey yapacak durumda değil. Bu manzarayı gördüm ve hala hafızamda.
Korku muydu bu?
Korku yok. Zannetmiyorum. Yani bu şiddeti yaşayanlar korkuyu evleri yakılırken yaşamışlar zaten. Ovacık’a geldiklerinde korku yok artık. Bunu söylüyorlardı.
Peki sen bu kadar büyük boyuttaki devlet şiddetiyle ilk kez mi karşılaştın? Mesela 1980 askeri darbesini de hatırlıyor musun?
Yok, askeri darbe olduğunda altı yaşındaydım. Hiç hatırlamıyorum. Ama köyler yakılmadan önce de 90’li yıllarda Dersim’deydim. Her türlü şiddete şahit oldum. Şiddet çok bulaşıcı bir şey. Bu öyle bir şey ki, sadece şiddete maruz kalanla şiddeti uygulayan arasında kalmıyor. Bütün topluma yansıyor. Diyelim ki 1987’de Dersim olağanüstü hal kapsamına alındığında da orada yüksek rütbeli özel yetkililer vardı.
Tarihin Sürekliliği: 1936’den 1994’e
Filmin ismi neden 1994?
Aslında bunun miladi bir önemi olduğunu düşündüğüm için bu ismi koydum. Bizim yaşlılar herhangi bir şeyden bahsederken “38’den önce…” ya da “38’den sonra…” derler. 1994 de aynı onun gibi… Çünkü köyler yakılıp 42 bin insan yerlerini terketmek zorunda kalınca hayat olağan seyrinin dışına çıktı. Dolayısıyla bu kavram da yerleşti. Bu filmi hazırlarken ister istemez 38’e de çalıştım tabi. İkisinde de devlet eliyle yerinden koparılma söz konusu. 12 Eylül’deki uygulamalar, hatta iskan kanunu üzerine de çalıştım. Amacım yerlerinden edilen insanların durumuna dikkat çekmekti.
Bu dediğin filme tamamen yansımış. Dikkatimi çeken şeylerden biri de askerlerin evleri yakarken çaresiz insanlara verdikleri cevaplar oldu. Bir yerde askeri yetkilinin “Canınız sağ ya, ona şükredin.” dediğini öğreniyoruz mesela. Bu aslında geçmişte yaşananlara bir gönderme. Anlatımların hemen hepsinde yaşanan durumun ilk olmadığı, toplumsal hafızanın devreye girip mekan ve insan unsuruyla birleştiğini görüyoruz. Öte yandan insanlar yaşadıkları yerden zorla koparılıp sürülüyor, ama yeniden geri dönüp aynı bölgede hayat alanı yaratmaya çalışıyorlar.
Elbette. Bu insanlar evleri yakıldıktan sonra on yıl kendi köylerine giremediler. Ama on yıl sonra yine köylerin çevresinde çadır kurdular. Hayvanlarını oraya götürdüler. Kolay bir şey değil. Ev yapıp yerleşmek orada çocukların-ailenin olması anlamına gelir. Komşular, akrabalar, yakınlar hepsini toplamda düşünecek olursak bu bir hayat alanı. Bir gün içinde silahlı güçler tarafından tamamen yok ediliyor. İnsanların buna rağmen yeniden o köylerin çevresinde kalması, o mekana olan bağlılıklarını gösteriyor. Ama bir yandan da hep sürüleceklerini, yerlerinden koparılacaklarını da biliyorlar. Sürekli bu endişeyle yaşamak zorunda kalsalar bile o mekandan kopmak istemiyorlar.
Halkın Devlet Algısı
Röportajlarda devletle olan ilişki de biraz ortaya çıkmış sanki. Bir kaç yerde yetkililerle görüşmelerden bahsedilirken, “devletimiz” kelimesi kullanılıyor. Hatta AİHM’ye gitmeden önce insanlar devletten bir beklenti içinde olduklarını açıkça söylüyorlar.
Aslında devletin görevi vatandaşın barınma hakkı da dahil, insan olmaktan kaynaklı tüm haklarını korumak ona yaşama alanı yaratmaktır. Eğer bir coğrafya üzerinde bir devlet varsa, elbette ki o devletin yasalarına göre yaşayacaksın. Tabi ki o devlet kendi yasalarının dışına çıkmış, olağanüstü hal uygulamış, anayasası dışında bir şey yapmıştır. Bu durumda vatandaşın onu kendi anayasasının sınırlarına çekme hakkı vardır. Halkın dediği şu aslında; “Anayasal sınırlarına gel. Vatandaş olarak hakkımı tanı.” Bu filmde devletin olağanüstü hal içinde ikinci bir olağanüstü hal daha uyguladığına şahitlik var. Devlet geçmişteki iskan uygulamasını da değiştirmiş. Yerinden zorla kopardığı vatandaşına yerleşebileceği bir yer göstermiyor. Bu da benim filmi hafıza-mekan-insan ilişkisi üzerinde şekillendirmeme sebep oldu.
Hafıza derken tam olarak neyi kastediyorsun? Film tarih çalışmasi sayılmaz. Yakın bir dönem. Hatta olaylara kısmen de olsa şahitlik etmişsin.
Evet benim filmim bir tarih çalışması değil. Öyle olsa eski belgelere dayalı daha uzak bir dönemden başlamam gerekirdi. Ayrıca bence tarih dün de olabilir, bugün de hatta yarın bile tarih olabilir. Tarihi sadece yüzyıl ya da bin yıl öncesi olarak görmüyorum. Bu yüzden filmimle tarihe not düşmeye çalıştım.
Hafızaya Yerleşen Tecrübe: Hayatta Kalabilme Güdüsü
Tarihe not düşerken insanların hem 1994’te hem de 20 yıl sonra tekrar aynı mekanlarına döndüklerinde içinde oldukları ruh hallerini yansıtmışsın.
Tabi… Ama sadece insana değil. Doğaya verilen zarar da var. Çünkü doğa da insan gibi canlı. Mesela Dersim ve çevresinde ziyaretler var. İnsanların o mekanla bütünleşmesi söz konusu. Bütün bunlara uygulanan bir şiddet… Şiddet yüzünden hem doğanın hem de insanın kendi doğal sürekliliği kesintiye uğramış. Bunu tamamlayan bir de asimilasyon politikasını eklemek lazım.
Devlet tarafından faillerle röportaj yaptın mı?
Yaptım. Belki üst düzey yetkililer değildi bunlar ama görüştüm. Daha çok insanlardaki çaresizliği göstermek istediğim için faillerle röportajları filme koyma gereği duymadım. Düşünsene silahlı bir görevli geliyor, diyor ki, “Senin evin neresi kardeşim? Git on dakika içinde evinden ne almak istiyorsan al-çıkar, orayı yakacağım.” Şimdi benim orada merak ettiğim bu insanın o an ne düşündüğü, ne hissettiği, hangi refleksi gösterdiği. Askerlere saldırmayı mı düşündü? Kendini yere atmayı mı? Evin içine girip yanmak mı istedi? Yoksa kendisine emredildiği gibi girip evden birşey almaya mı çalıştı?
Peki hangi cevabı ya da cevapları aldın?
Herkesin cevabı farklıydı tabi. Ama çoğunluk barınma kaygısından dolayı yatağını yorganını çıkarmıştı.
Bunu yaparken askerlere karşı ne hissediyorlar ya da ne düşünüyorlar?
Ya elbette ilk etapta öfke. Ama bununla baş edemeyeceğini bildiğinden çok kısa zamanda o öfke başka bir şeye dönüşüyor, yalvarma yakarmaya geliyor. Çaresizlikten kendini yere atanlar, ağlayıp yakaranlar var. Orada yine hafıza da devreye giriyor. Bir yandan evlerde yanıp giden hatıralar var. Mesela dedelerinden kalma fotoğraflar, annesinin yaptığı bir hediye… Ata yadigarı eşyalar… Bir mendil mesela yanıp gittiğinde hafızaya da şiddet uygulanıyor. Önceliyle arasındaki bağ koparılıyor çünkü. Çaresizlik de burada.
Sen şimdi hafızayı eşyalarla yani somut şeylerle açıkladın. Ama bir de tarihsel olaylar yoluyla edinilen bir tecrübe birikimi var. O da hafıza sayılmaz mı? Hayatta kalabilmek için bilinçaltına yerleşmiş bir davranış biçimi. Mesela tecrübeyle sabitlenmiş, “direnirsen öleceksin.” diyor.
Doğru tabi. İnsanın en temel içgüdüsü hayatta kalmak. Bölgede defalarca yaşanan şiddet onda öyle bir birikim sağlamış. 1994’ten önce de defalarca sürülmüş, baskıya uğramış, öldürülmüş, hayatına sürekli dışardan müdahale edilmiş. Burada ilginç olan bütün bunlara rağmen o insanların hala aynı mekanda kalma arzusu. Mesela Sabancı, Kocaeli ve Ankara Üniversitesi’den hocalar Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nin projesi kapsamında “Ovacık ve Hozat İlçelerinde Geriye Göç Sürecine İlişkin Araştırma” isimli rapor yayınladılar. Bu raporda 1994 mağduru 100 aileyle yapılan ankete verilen çok çarpıcı cevaplar var. Mesela ailelerin tamamının söylediği şu; “Bize yapılan bu uygulamanın bir daha tekrar etmeyeceğinin güvencesi yok. Biz köyümüzde hayatımızı yeniden kursak bile devletin gelip bunu yine yıkacağını biliyoruz.”
Bu söylemde aklıma ilk gelen devletin de bir hafızası olduğu. Çünkü coğrafya üzerinde yerinden koparıp sürme, yok etme yeni değil. Osmanlı devletinin de yarattığı bir gelenek var. 1915’teki ve öncesindeki kıyımları düşünecek olursak…
Tabi. Film için görüştüğüm insanlardan biri şu an hayatta değil, İbrahim Konuklu… O mesela çok önemli bir olay anlattı. Köylerin yakılmasından sonra dönemin olağanüstü hal bölge valisi Ünal Erkan bölgeye geldiğinde köylüler neden evlerinin yakıldığını sormuşlar. O da terör yüzünden yakıldığını söylemiş. “Devletin güvenliği için bunu yapmak zorundaydık.” falan demiş. İbrahim Konuklu da “Sayın valim eğer terör yüzünden yakıldıysa neden terörün daha yoğun olduğu yerleri değil, tam da 1938’de yakılan yerleri yaktınız?” demiş. Ünal Erkan da adını sormuş, sonra elindeki bir defteri açıp bakmış ve demiş ki: “Senin deden 1938’de bir yüzbaşı öldürmüştü.” İbrahim Konuklu kendisinin o olaylarda daha üç yaşında olduğunu söyleyince Ünal Erkan’ın cevabı şu; “Olabilir. Devlet bunu unutacak mı sanıyorsun?”
Filmde bu yok.
Evet yok. Sadece ses kaydı olduğundan filme almadım. Bu kişi hastaydı. Kalpten ameliyat olacaktı. Hastaneden çıktıktan sonra anlattıklarını daha ayrıntılı röportaj yaparak görüntülü kaydedecektik. Ama olmadı. Maalesef hayatını kaybetti.
İbrahim Konuklu’nun anlattığı sadece 1994’teki köy yakmaları değil, aynı zamanda 1938, 1915 gibi diğer olayların da açıklaması değil mi? Yani yüz yıllardan beri süregelen Osmanlı devlet anlayışıyla bölge insanı arasındaki çelişik durum çok bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Belki de senin filmin ve tarihe not düşen bu tarzdaki başka filmler çelişik durumun daha da netleşmesine yardımcı olabilir. Yani kendimizi tanımlayabilmek ve anlayabilmek açısından… Ne dersin?
Kimbilir belki… Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim; bu olayı önemli bulduğumdan mağdurların yaşadıklarını birebir onların dilinden kaydederek tarihe not düşmek istedim.
Peki, çok teşekkür ediyorum sohbet için.
Ben teşekkür ederim.
Not: Filmin gösterimi 28 Nisan’da Berlin’de gerçekleşecek. İlanda gerekli bilgilere ulaşmak mümkün. Ayrıca Devrim Tekinoğlu ile yaptığımız bu söyleşiyi kaydeden ve fotoğrafları çeken sevgili Ali Erenler’e yardımlarından dolayı çok teşekkürler.
Soné Gülyan
Köln, 13.04.2019