12 Eylül 1980, hiç şüphesiz bu ülkenin tarihinde yer alan dönüm noktalarından biridir. Bu bağlamda 12 Eylül ve sonrasındaki sürecin edebiyat ve şiire etkisi ve yol açtığı sonuçların tartışılmaya devam ettiğini söylemek mümkündür. Acaba 12 Eylül ile birlikte yaşanan süreç şiirimizi nasıl etkilemiş, bu dönemin yaşantıları nasıl dile getirilmiştir? Ya da dile getirilebilmiş midir?
üç anayasa
ortasında büyüdün:
Biri akasya
Biri gül
Biri zakkum
Cemal Süreya
Tarih/Kültür Bağlamında Şiir
Şiir, yazıldığı sosyal-tarihsel ve kültürel ortamdan beslenir ve aynı zamanda bu ortamın ve tarihsel zamanın da bir ifadesidir. Başka bir deyişle içinde yaşanan kültür ortamı ve tarihsel dönem ile şiir (ve genel olarak sanat arasında) bir etkileşim vardır. Bu nedenle 12 Eylül’ün şiirimizdeki izlerini/yansımalarını ararken, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki sosyal hareketleri, siyasal ve kültürel ortamı da göz önünde bulundurmak yerinde olur. 1960-80 arasında siyasal olarak değilse de kültürel ve zihinsel olarak solun ön planda ve belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal parçalanmışlığının ve dağınıklığının ötesinde, söz konusu yıllarda edebiyattan müziğe, sinemadan tiyatroya kadar pek çok alanda sol bir siyasal temele dayandığını söyleyebileceğimiz bir kültür ortamının oluşmaya başladığı söylenebilir. Bu nedenle 12 Eylül ve sonrasının şiirdeki izlerini ararken, sosyo-kültürel değişme sürecinin ve estetik bilince etkisinin göz önünde bulundurulması gereklidir.
12 Eylül 1980, hiç şüphesiz bu ülkenin tarihinde yer alan dönüm noktalarından biridir. Bu bağlamda 12 Eylül ve sonrasındaki sürecin edebiyat ve şiire etkisi ve yol açtığı sonuçların tartışılmaya devam ettiğini söylemek mümkündür. Acaba 12 Eylül ile birlikte yaşanan süreç şiirimizi nasıl etkilemiş, bu dönemin yaşantıları nasıl dile getirilmiştir? Ya da dile getirilebilmiş midir? Yücel Kayıran, “12 Eylül: Türk Şiirinde Bir Moment” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Türk şairleri 12 Eylül’ü anlatacak bir dil bulamamıştır.(…) 12 Eylül’ün insana ne yaptığını anlatacak bir dil, ancak söz konusu edilen insanın varlık durumunu ideolojik değil ama içsel olarak ruhani bir tarzda hissetmekle olanaklıydı.”(Kayıran 2007: 403-404)
Şiirimizde 12 Eylül’ün İzleri
Bu konuda kendisine başvurabileceğimiz ve şiirlerine odaklanabileceğimiz şairler kimlerdir ve onların hangi şiirlerinin okunması ve değerlendirilmesi gerekir? Konu hakkında bugüne kadar çok şeyin yazılıp söylendiği açıktır. Seçtiğim bazı şairler ve onların kimi şiirleri çerçevesinde, 12 Eylül ve sonrasında yaşananların izlerini şiirlerde bulup ortaya koymaya ve değerlendirmeye çalışacağım. Elbette ele aldığım şiirlerin söz konusu dönemle doğrudan sosyolojik bir tekabüliyet içinde olduğunu söylemek ve şiiri sosyal olanın birebir yansıması olarak görmek doğru değildir. Yaşanan bir dönemi şairler nasıl anlamış ve dile getirmiş, bugün bu şiirlerin bizim için anlamı nedir vb. sorular eşliğinde, şiirlerine başvuracağım şairler ise şunlardır: Ahmet Oktay, Ahmet Telli, Ataol Behramoğlu, Gülten Akın, Cemal Süreya, Can Yücel, Nevzat Çelik ve Yücel Kayıran.
Ahmet Oktay’ın Şiirinde 12 Eylül/ Kara ve Karanlık Bir Zamanın Şiirleri
Şiirleriyle olduğu kadar kuramsal yazıları ve incelemeleriyle çok önemli bir kişi olan Ahmet Oktay’ın özellikle iki kitabındaki şiirlerin, 12 Eylül sürecini anlamak bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Söz konusu kitaplar, Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi(1981) ve Kara Bir Zamana Alınlık(1983)’tır.
Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi, 1970’li yıllardan 12 Eylül’e kadarki süreçte yaşananları dile getiren şiirlerden oluşur. Söz konusu dönemde karşımıza çıkan ölümler, cenazeler, idamlar, acılar, gözyaşları, cezaevleri, görüşme günleri, kapitalist pazar ekonomisinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkileri şiirlerin en sık işlenen temalarıdır. “Dirilen Bir Efsanedir Deniz”, Deniz Gezmiş’in anısına yazılmış bir şiir olarak okunabilir. Ancak bunun ötesinde, bu kitaptaki bazı şiirlerde geçen “deniz” imgesi, sosyal ve siyasal hareketlerin ve bu bağlamdaki yoğunlaşma ve yükselişlerin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. “Denizle Çıkardım Yanlışımın Hesabını” şiirinde, şairin bir dönem değerlendirmesi ve muhasebesi yaptığını görürüz. “baktık da birbirimize sorduk/bunca ölünün nereye gittiğini./(…) Bunca ölümü nasıl biriktirdim içimde/ve unuttum özdeyişini göklerin.”
Ahmet Oktay, yaşanan acılar ve ölümler karşısındaki insanın kendini ifade edecek bir dil arayışını da ortaya koyar. “Side” şiirinde şöyle seslenir: “Ey su/ey toprak/ey insan/Yaşanır, yazılmaz acı tarihin.” Acının yürürlükte olduğu bir mevsimde/toplumda/zamanda, insanın konuşmak, öteki ile diyalog ve dayanışma kurabilmesi için ihtiyaç duyduğu dil ve sözcükler de, yaşanan dönemin kaosunda ve belirsizliğinde varoluşsal bir sorun haline gelebilir. “Yitik Haziran” şiiri, böyle bir duruma işaret eder: “Çağdaşlık. Kent/aşındırıyor mührünü yüreğin,/kiminle konuşacak bu mülteci?/Güvence yok, Sözlük alabora/ve tecim çevreliyor görüntüyü.” Yaşanan dönem ve oluşmaya başlayan yeni koşullar, aynı zamanda yeni bir sözlük oluşturma ve bir dil bulma ihtiyacıyla da belirginlik kazanmaktadır.
Kara Bir Zamana Alınlık kitabındaki şiirlerde yaşanan acılar, kayıplar ve ölümler karşısındaki duyarlık kadar, yaşanmakta olanı eleştirel bir tarih bilinci açısından anlama çabası da ön plandadır. İnsanı, kitleleri ve tarihi anlama çabası, aynı zamanda yaşanmakta olanı, geçmiş ve gelecek arasında değerlendirme imkanı da vermektedir. Bir bakıma tarihsel bakışın, Ahmet Oktay’ın şiirinde trajik olan karşısında insana dayanma gücü ve umudu verdiğini, her şeyi karşıtıyla birlikle algılamayı ve dile getirmeyi sağladığını da söyleyebiliriz. Ahmet Oktay’ın “kanlı günler”in yol açtığı duyarlılığı, yalnızca duygusallık boyutuna saplanıp kalarak değil, sorgulayan ve anlamaya yönelen bir bilinçle dile getirmeye çalışması, onun şiirindeki düşünsel ve felsefi niteliğin de önemli bir göstergesidir. Şiirsel söylemi içinde Oktay’ın Marksist yaklaşımının ipuçlarını ve göndermelerini de bulabiliriz. Oktay’ın şiirinde güncel politik ve sosyal olayların ve yaşantıların tinsel bir poetik perspektif ve diyalektik yaklaşımla ele aldığını görürüz. Bu bağlamda üretim ve yeniden-üretim süreci içinde yaşam ve ölüme, insana ve insanlık dışına ilişkin imgelerin birbirine dönüşümü söz konusudur. Onun şiirinde toplumsal yaşamın, yaşanan çağın olumlu ve olumsuz öğelerinin birlikte yer aldığı bütünlüklü bir görünümü dile getirme çabası belirgindir.
Kara bir zamanın, karanlığın içinden konuşan şair, yalnızca mevcut gerçekliği yansıtmakla yetinmez, aynı zamanda insanın ve tarihin olanaklarına, gerçekliğin gizlediği ve bastırdığı olanaklara ve düşlere de işaret eder. Burada şiirin tarihsel süreç içinde yaşananları geleceğe taşıması ve hatırlatma işlevi söz konusudur. 1980 sonrası şiirimizden eksilmeye başlayan politik boyutun ve mevcut gerçekliği olumsuzlayarak toplumsal bir umudu ve ütopyayı inşa etme çabasının, Oktay’ın şiirinde sürekli biçimde korunduğunu söyleyebiliriz. Kanlı ve karanlık bir dönemin içinden konuşan, yalnızca yaşananı duyarlılık değil bilinç düzlemine de taşıyan ve sorgulayan bir şiiri sürdüren Oktay’ın bazı yönlerine değinmeye çalıştığımız bu iki kitabının yeni okumalara ve yorumlamalara açık olduğu şüphesizdir. Oktay’ın Yol Üstündeki Semender kitabında da yer yer 12 Eylül sürecinin yol açtığını ruh durumunu yansıtan şiirler yer almaktadır.
Ahmet Telli’nin Saklı Kalan Kitabında Eylül ve Güz
Toplumcu gerçekçi şiirin önemli isimleri arasında yer alan Ahmet Telli’nin üç kitabı, 12 Eylül ve sonrasının izlerinin bulunabileceği kitaplardır. Bunlar sırasıyla şöyledir: Saklı Kalan (1981), Su Çürüdü (1982) , Belki Yine Gelirim (1984). Saklı Kalan kitabında yer alan şiirlerde doğaya ilişkin metaforların insana ve topluma ilişkin metaforlara göre daha yoğun kullanılması dikkati çeker. Bu noktada Telli’nin doğaya dayanarak, toplumsal olanı şiirleştirmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda dağlar, uzak dağ dorukları, çınarlar en sık kullanılan simgelerdir. Yanına doğayı alarak, gürül gürül bir kalabalık olma özlemi, bir bakıma siyasal bir baskı döneminde susturulan ve edilgenleştirilen kitlelere ve onların hareketine duyulan bir özlemin de ifadesidir. Telli, “günlüğü eksik tutulan bir güz” mevsiminde, umut ve başkaldırı olanağını ve gücünü doğada bulmaya yönelik bir tavır sergiler. “Acının Tutanakçısı” olarak şair, yaşanan acılı dönemi betimlerken, doğaya ilişkin metaforlara ağırlık vermekle birlikte, doğa kadar şehri ve toplumsal olanı, dışarıdaki ve içerideki insanı ve yeniden dışarı çıkan insanın deneyimlerini dile getirir. Ancak toplumsal olgulara yeterince yer verilmemesi nedeniyle, siyasal ve tarihsel olarak yaşanan dönemin ayırt edici özellikleri görünmez. Fakat yaşanan dönemin baskı ve şiddetle şekillenen atmosferini ortaya koyan bazı belirlemelerle karşılaşırız. “Taflanların ve köknar şıvgınlarının/dallarına şorlarken kanımız/aşk da yaralıdır artık, doğa da/ve biraz kan rengindedir gökyüzü”.
“Acıyla Dolarken Günlerin Sarnıcı”, Telli’nin yaşanan dönemi betimlemeye, değerlendirmeye ve tavrını ortaya koymaya çalıştığı şiirlerin başında gelir. Her şeyin hızla değiştiği koşullarda, bezginlik ve umutsuzluğa karşı çıkarak, yaşanan acının derinliğini dile getirir. “Yaşamak belalı bir hal alırken/acıyla doluyor günlerin sarnıcı/Karanlık ve hantal gövdesiyle/çöküyor omzumuza günlerin kahrı”. “Hayatın savunulduğu kavga”yı sürdürmeye bir çağrı olarak okuyabileceğimiz şiirin bir bölümünde Telli, boyun eğmemeyi vurgular. “Acısı dayanılmaz olabilir kalbimizin/hatta büsbütün açılabilir yara/dostların kimi suskun da olabilir/terk edenler bile olabilir siperleri/Boyun eğmek yoktur kitabımızda/bilir bunu cümle alem/elbet sarsarak geçecektir yaşanan/ki ömür sarsılmalıdır biraz da/Şikayetsiz ölürüz yenilirsek şayet/kavgamızın sürmesi mukadderdir çünkü/Heder edilmemiş olur yaşadığımız günler/Ölürsek şikayetsiz ölürüz böyle bilerek”.
Devrimci bir coşku ve inancın sesiyle konuşan şairin, mücadele iradesini ve kararlılığını sürdürme isteği anlaşılabilir. Ancak söz konusu coşku ve duyarlık, yaşanan dönemi ve zamanın gidişatını düşünme, anlama ve bazı çıkarımlarda bulunma bakımından da bir sis perdesi oluşturur. Telli, aynı şiirin şu dizelerinde olduğu gibi, düşünme ve sorgulamaya ihtiyaç duymayan bir tavrı da ortaya koyar: “Ve fakat acının acı olduğunu/son kerteye vardığını kederin/düşünmeye vakit yok/vakit bırakılmamıştır sevgilere”. Akıldan çok duyguya, düşünmeden çok coşkuya dayanan şair, yaşanan dönemi bilincin süzgecinden geçirmeye yönelmediği için, yer yer yanlış umut ve beklentilerin fitilini de ateşlemektedir. “Ama korkuyor artık/geceyi mülk edinen/Çünkü kahroluşun/alevleri sarıyor/hayatı kahredenlerin/karanlık yüreğini”.
“Acıya Alışılmaz” üst başlığı altında yer alan şiirler daha çok hapishanede bulunan devrimcilerin durumunu dile getirir. Tutuklunun ruh durumu, sevdikleriyle ve yakınlarıyla ilişkileri, hapishane ortamına özgü olaylar ve son şiirde de içerden çıkan bir kişinin gözlemleri ve yeniden günlük yaşamın akışına ayak uydurma çabası, şiirlerin işlediği temaları oluşturur. Yaşanan acılı dönemin biteceğine ve hayatın yeniden çiçekleneceği olan inanç bu şiirlerde de belirgindir. “Ama acılara alışılmaz/bir şeyler var değişecek/bir şeyler var/değiştirmemiz gereken/önce acılardan başlanacak/Ama sen sahip çıkarak/yaşama ve sevince/bekle beni küçüğüm/acılar bitecek bir gün/sevgiler çiçek açacak”. Başka bir şiirde de “Mutlaka çiçeklenecektir hayat” diyen şair, yaşanan acılı günlerde ve yenilgi sonrasında, tarihe determinist bir yaklaşımı da ortaya koymuş olur. Söz konusu tarihsel determinist yaklaşım, bir bakıma geleceğe yönelik umut ve özlemlerin de temelini oluşturur. Ancak burada geleceğe yönelik umudun, sosyal gerçeklikte ve toplumda değil, ideolojide ve dünya görüşünde arandığını görürüz. Bu durum ise ilerleyen yıllarda Telli’nin şiirinde sosyal bir dönüşüme/ütopyaya/devrime yönelik umudun zayıflamasına ve “Yangın Yılları”ndaki ruh halinin kaybolmasına yol açmıştır.
Özelikle “Belki Yine Gelirim” şiirindeki şu dizeler, bir bakıma toplumsal hareketlerin zayıflamasından ve geleceğe yönelik ütopyacı eğilimlerin artık ilgi görmemesinden kaynaklanan bir kırgınlığın ve hüznün ifadesidir. “Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir/bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa/ bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem/oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü/ ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne/sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz/ Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün.” Ancak ne yazık ki siyasal baskı döneminin üzerinden yıllar geçse de, özlenen/beklenen ses gelmeyecektir. Toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik hareketlerin, 12 Eylül sonrasında yeniden toparlanıp güçlenememesi ve kitlelerin kapitalist ekonomi ve kültürün akıntısına kapılması olgusu, devrimci bir şiiri sürdürme uğraşındaki şairleri gerçekten zor durumda bırakmıştır. Burada yalnızca Telli için değil, verili gerçekliği olumsuzlamaya, insanın ve tarihin olanaklarını gerçeğe dönüştürmeye yönelen sanatçıların karşı karşıya kaldığı çözümü zor bir sorunsal ortaya çıkmaktadır. Özellikle reel sosyalist rejimlerin yıkılmasıyla birlikte söz konusu sorunsal ve kriz giderek derinleşmiştir. Bu noktada kimi şairlerin siyasal ve poetik çizgisini değiştirdiğini, kimilerinin ise yeni koşullarda sosyalist düşünce ve değerlere dayanan çizgisini sürdürdüğünü görebiliriz.
Telli’nin şu dizeleri de 12 Eylül sürecinde meydana gelen değişmelerin, yaşanan trajedilerin ve deneyimlerin giderek bir düşünme-sorgulama sürecine dönüştüğünün ve beklenen devrim koşullarının daha uzak bir gelecekle ilişkilendirildiğinin işaretidir. “Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum/okuduğum bütün kitaplar paramparça/çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma/bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent/bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum/sırnaşık aydınlar, arabesk hüzünler”(…)Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa/birgün gelirsek hangi kent güzelleşmez/şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı/geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye/Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür/sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak/ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük”.
Gülten Akın’ın Şiirlerinde 12 Eylül’ün Yansımaları
Oğlu Murat Cankoçak’ın Ankara’da bir banka soygununa katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak, müebbet hapse mahkum edilmesi ve bu süreçte oğlunun cezaevinde yaşadıkları, Gülten Akın’ın İlahiler ve 42 Günün Şiirleri kitaplarında yansımasını bulur. Akın’ın bu kitaplardaki şiirlerinde oğlu tutuklu olan bir annenin duyarlığı temelinde, siyasal sisteme yönelik eleştirileri de yer alır. Bu nedenle 12 Eylül döneminde tutuklu gençlerin ve onların ailelerinin yaşadıklarını dile getiren bu şiirler, yalnızca belli bireylerin duygularının sözcülüğünü yapmakla kalmayıp, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal bir duyarlığının da ifadesi olmuştur.
“Demirle Pas Arasında İlahi” şiirinde oğlu beş yıldır tutuklu bulunan annenin yaşadıkları dile gelir: “Nergisle güz gülü arasında/Beş yıldır beş uzun yıldır/Yağmurla kar arasında/Beş yıldır beş uzun yıldır/Ayazla çiy arasında/Demirle pas arasında/Seyranla Mamak/Beş yıldır beş uzun yıldır/
Tanıyorum sesini demirin/Açılan sürgünün itilen kapının/Eldeki omuzdakinin/Aman dinlemez sesini/
Beş yıldır beş uzun yıldır.” Burada tutukluların ailelerinin ve yakınlarının duyarlığının da ortaya konulduğu söylenebilir. Çünkü şair şiirlerinde yalnızca kendi oğluna değil, aynı zamanda bütün tutuklu gençlere kucak açar. Bu bağlamda “Atriyo İlahi” şiiri okunabilir: “Hey tanrım, bu çocuklar çocuklarımız bizim/Bunca yıl hangi taşı oraya kapatsan/Unufak olur/Bunca yıl hangi kuşu/Bize hüzünlü görüşler, telörgüler/Beton gölgeler bağışlayan/Bunca yıl hangi bir kuşu,/Ölür ölür ölür/Anlamıyor musun/Yok mu senin oğlun kızın”
“Asılanlar Kentine Ağıt” şiirinde oğlunun idam cezası talebiyle yargılanmasından dolayı Akın’ın yaşadıkları dile getirilir: “-Ana asacaklar bizi/Yatarım diyordu yoluna yoluna/(…)/Önce beni çiğner, diyordu/Olmadı sözünün sahabı/Ana dedikleri./Ses kırıldı, porselen sırça/Söz kondu ağızda/Sessizlik o gün bu gündür/Çın çın ötüyor evlerde yollarda/Ölüm. Belki. Nece nece sessiz/Belki ülkeleri/Oysa diri, su diriliğinde onların sesleri”
42 Günün Şiirleri içinde bulunan “Büyü” adlı şiir, Akın’ın hem bir anne olarak duyarlığını ortaya koyması hem de siyasal sisteme eleştiriler yöneltmesi bakımından önemli bir şiirdir. Şiir, belirgin bir ironik söylemle kaleme alınmıştır: “Büyü de baban sana/Büyü de/Acılar alacak/Büyü de baban sana/Büyü de/Yokluklar alacak/Büyü de baban sana/Baskılar işkenceler alacak/Kelepçeler/Gözaltılar zindanlar alacak/Büyü de/Büyüyüp on yedine geldiğinde/Büyü de baban sana/İdamlar alacak”. Erdal Eren’e yazılan bir ağıt olan şiirde, sosyal ve siyasal sisteme yönelik eleştiriler de dikkati çeker. Siyasal sisteme yönelik eleştiri ve tepkilere bağlı olarak, Akın’ın şiirlerinde evlat ve ülke sevgisi arasında bir özdeşlik kurulması da söz konusudur. “Eflatun İlahi” şiirinde bu duruma ilişkin dizeler yer alır: “Eflatun çiçekler döküyor durmadan/Sayrısın, etinde yıllanmış zehir/Nece sağaltayım seni, nece dindireyim/Ülkem misin oğlum musun seçemiyorum”.
Baskı ve şiddet döneminin koşulları içinde acıya, ölüme, işkenceye ve çeşitli zorluklara tanık olmak ama mevcut durumu değiştirme konusunda bir şey yapamamaktan dolayı da Akın’ın şiirlerinde yaralı, kırgın, hüzünlü bir duyarlığın karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bu hem şairin kendi ruh durumunun hem de karanlık bir süreçten ülkenin halinin şiirsel söyleme yansımasıdır. Akın’ın şiirlerinde anne/kadın gözüyle/duyarlığıyla 12 Eylül döneminde yaşanan acı, özlem, bekleyiş, çaresizlik, tepki ve umut dile gelir.
Ataol Behramoğlu ve Cezaevinden Seslenen Şiirler
12 Eylül döneminde pek çok sanatçı ve aydın tutuklanmış ve cezaevlerine gönderilmiştir. Bu dönemde cezaevi/hapishane, en önemli kurum olarak karşımıza çıkar. Diyarbakır, Metris vb. cezaevleri yaşanan baskı ve şiddet dönemin başlıca kurumları olarak şiirde de yansımasını bulmaktadır. Behramoğlu bir süre tutuklu kaldığı Maltepe Askeri Cezaevinde yazdığı şiirlerde, tutuklu insanın ruh durumunu ve yaşantılarını dile getirir. Türkiye, Üzgün Yurdum, Sevgili Yurdum kitabında, Behramoğlunun çoğu hapishanede yazdığı şiirler yer alır. Kitapla aynı adı taşıyan şiirinde ise, 1980’li yıllardaki ülke manzarası ortaya konularak, doğal ve insani özellikleri çerçevesinde “haramilerin elinde bulunan” ve “zinciri altında kımıldayan” Türkiye’nin durumu şiirleştirilir.
“Görüşme Günü” şiirinde, iki buçuk yaşındaki çocuğuyla görüşme gününde, tel örgüler arasındaki karşılaşma anı, insani duygu ve değerler açısından eleştirel bir biçimde dile getirilir. “Bir Pazar” şiirinde ise, koğuşta bir Pazar günü radyodan dinlenen Joan Baez’in bir şarkısının etkisi ve uyandırdığı duygular bağlamında, sanatın/müziğin insan üzerindeki etkisi işlenir. Şair insana yakışan şeyin özgürlük ve sevinç dolu bir gelecek olduğunu vurgular. Radyodan dinlenen şarkı geçmişten söz etse de, geleceğe yönelik umutları canlandırır. Şair, özgürlüğü herkes için talep eder: “Işıklı sesi o şarkıcının/Bir insan yüreğinden taşan sevgi/İnanıyorum yıkacak duvarlarını zindanların/Kurulacak sevginin ve özgürlüğün egemenliği”.
“Strati Korakas’a Mektup” şiirinde, Behramoğlu, Yunanistan ve Türkiye’nin yakın yıllarda içinden geçtiği acılı dönemler ve askeri rejimler arasında benzerlikler kurarak, ülkemizin genç insanlarının cezaevlerine doldurulduğunu belirtir ve yaşanan dönemi “uzun ve karanlık bir gece”ye benzetir. Şair, söz konusu karanlığın üstesinden gelineceğini vurgular, geleceğe yönelik inancı ve özlemi dile getirir. Tutukluluk günlerinin ve baskı döneminin geçiciliğine ilişkin vurgu, “Hapishanede Bir Sabah Türküsü” şiirinde de işlenen bir temadır. Bu şiirinde Behramoğlu, serin ve rüzgarlı bir güz sabahından, dışarıdaki hayata, özgürlüğe ve kızına duyduğu özlemi dile getirirken, aynı zamanda kırk yılı geride kalan hayatının ve yaşanan dönemin bir yorumunu da ortaya koyar: “Hayatım benim, kırk yıllık hayatım/Seni başarabildiğimce dürüst yaşadım/İçim burada da pırıl pırıl şimdi/Geçer, güzelim, bu günler de geçer/Sökülüp atılır dikenli teller/Koparır halk bir gün zincirlerini”.
Nevzat Çelik ve Hapishaneden Doğan “Türkü Tadında” Şiirler
Hapishane ortamının beslediği duyarlık, Çelik’in şiirinde yoğun biçimde işlenir. Ancak burada söz konusu duyarlık şairin dünya görüşü ve yaşama bakışıyla da biçimlendirilerek şiirsel söyleme dönüştürülür. İnsan ile yaşama ortamı, bilinç ile gerçeklik arasındaki karşıtlık ve gerilimle beslenen şiirinde Çelik, ölüme karşı yaşamı, hüzne ve acıya karşı sevinci, karamsarlığa ve yılgınlığa karşı umudu ve direnci savunur. Yaşanan acılı dönemin kısıtlamalarına ve zorluklarına karşın, geleceğe yönelik inancı ve umudu güçlü bir sesle dile getirir. “Gün Olur” şiirinde olduğu gibi: “gün olur/zeytin dalı göğüslerden/barış güvercinleri uçar/gün olur/iki kürek kemiği arası/sırtlandığımız dünya/merhaba der gibi bir dosta/özgür ve mutlu yaşanır.” “Müebbet Türküsü” şiirindeki şu dizeler de yaşama olan derin bir bağlılığı ortaya koyar. “hep umut edeceğiz sevgilim kopacak her yenilgi sonrası/sustu sanılan yüreğimizde korkunç bir yaşama fırtınası”. Bilindiği gibi idam talebiyle yargılanan şair, pek çok şiirinde yaşam ve ölüm arasındaki gerilimi ve insanın zihninden eksilmeyen sorgulamaları ele alarak, şafakta asılmayı bekleyen hükümlülerin ruh durumunu çarpıcı biçimde dile getirir. Bu bağlamda en önemli şiirlerin başında “Şafak Türküsü” yer alsa da, iki dizeden oluşan “Yaşıyorum” şiiri de ne çok şey anlatır: “bu gece de gelmediler anne/ağustosböceklerini duyuyor musun?”
Hapishanede bulunmak, dışarıdan, dışarıdaki hayattan, kısacası pek çok şeyden uzak ve yoksun kalmak demektir. Bu yoksunluk ve ayrılık durumu aynı zamanda pek çok şeyin özlenmesine de yol açar. Hapishane ortamının beslediği en derin duygunun özlem olduğu söylenebilir. Kişinin ailesi, sevdikleri başta olmak üzere, toprak ve dışarıdaki mevsim bile (özellikle bahar) derin bir özlemle düşünülür. Çelik’in “Saklambaç” şiiri, demirler, telörgüler ve duvarlar arasında yaşayan insanın toprağa ve genel olarak doğaya duyduğu özlemi dile getirir. “önüm arkam/sağım solum/beton/hey toprak/nerdeysen çık”. “Bahar ağrısı” şiirinde de şairin doğaya, doğadaki canlanmaya duyduğu özlem işlenir. Çelik, “Gece Gezintileri” ve “Mümkünüm Yok” gibi şiirlerinde ise dışarıdaki hayata ve özgürlüğe olan özlemini, geceleri yaptığı düşsel/düşünsel yolculuklarla gidermeye çalışır.
12 Eylül döneminde baskı ve şiddetin en ağır biçimde görüldüğü yerlerin başında gelen yerlerden biri hiç şüphesiz Diyarbakır Cezaevi’dir. Burada baskı ve işkenceye karşı yürütülen direnişe katılanların başlattığı açlık grevi bazı kişilerin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanır. Benzer olayların 1980’li yıllarda pek çok cezaevinde yaşandığını saptayabiliriz. Çelik’in Müebbet Türküsü kitabında yer alan “Diyarbakır Ölüleri” şiiri, cezaevlerindeki trajik insanlık durumuna tanıklık eder. “dün gece muştularla yağıyordu havalandırmaya ilk karı martın/dün gece yüreğimizde bıçaktı ölüm haberleri diyarbakır’ın/(…)/elli dokuz gün mü aç kaldınız vay benim kardeşlerim/altınız öldü demek artık kaşık tutmaz bu ellerim”.
12 Eylül döneminde hapishanelerdeki devrimciler kadar, dışarıdaki ailelerin ve özellikle annelerin de büyük acılar yaşadığı açıktır. Bu olgunun Çelik’in şiirinde yoğun biçimde yer aldığını görürüz. Pek çok şiirinde anneden, anneye duyulan özlemden ve onların yaşadığı acılardan söz edilir. Çelik, kendi kişisel yaşamından ve deneyimlerinden yola çıkarak, oğullarını ve kızlarını kaybeden, onlardan uzakta kalan annelerin acısını da şiirine taşır. Burada bireyin yaşadığı acılı deneyimin genel bir insanlık durumuna dönüştürülerek işlendiğini söyleyebiliriz. Çelik’in şiiri, tarihsel bir dönemde yaşananların ifadesi olarak söz konusu insanlık durumunda yer alanların deneyimlerini geleceğe taşır. Bu bağlamda “Şafak Türküsü”nün, ilk iki kitabında işlediği pek çok temanın birlikte ele alınıp işlenen ve 12 Eylül döneminin izlerinin yoğun biçimde bulunduğu bir şiir olduğunu söyleyebiliriz.
Karanlığın dünyası olarak tanımladığı siyasal konjonktür ve 12 Eylül, şairin tahayyülünde dönemin trajedilerini, acılarını ve umutlarını içerir ve başkaldıran bir söylemle bir umut penceresi olarak hayata açılır. Şafak Türküsü, karanlıktan sonraki geleceği imleyen umuda dönük bir duruşu ortaya koyar. Ölüme karşı zihnen ve ruhen bir direnişi simgeler. Çocuklarını yiyen bir ülkenin dramatik iç konuşmalarını da haykırır şair. Anne olarak ülkeyle bireyleri arasındaki dönemin konjonktürünü ve süregiden mekanizmanın politik bir eleştirisini de ortaya koyarak, yaşam ile ölüm, umut ile umutsuzluk, yalnızlık ile hayat arasındaki diyalektik gelgitleri de işleyerek bir hüzün tablosu ortaya koyar. Söz konusu tablo tarihimizin karanlık sayfalarında ve hakikati arayan/arayacak olanların mücadelesinde her zaman bir karşılık aramaktadır. Şairin seslenişi günceldir.
Yücel Kayıran’ın Şiirlerinde 12 Eylül, Bellek ve Özne
Yücel Kayıran’ın Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu ve Beni Hiç Göremezsin adlı ilk iki kitabında 12 Eylül döneminin yansımalarını bulabiliriz. Bu iki kitaptaki şiirlerin pek çoğu Kayıran’ın arkadaşlarına ithaf edilmiştir. Söz konusu ithaflar, bir vefa örneği olduğu kadar, yaşanan dönemde iz bırakan kişilerinin deneyimlerini ve izlerini şiire taşımakla, sosyolojik ve tarihsel bir belleğin oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Öyle ki Kayıran’ın şiirinde belleğin sesiyle konuşan bir özne karşımıza çıkar. Söz konusu öznenin zaman zaman çeşitli sorularla kendisinin ve kuşağının yaşadıklarını sorguladığını ve insanın yaşadığı dünyayla ve gerçeklikle ilişkisini şiirin gündemine taşıdığını görürüz. “-Gençliğim!/ömrümün mü ortaçağı yurdumun mu yoksa?” 12 Eylül dönemi özellikle ülkemizin gençliğini derinden yaralamış ve pek çok hayatın kararmasına neden olmuştur. Kayıran da “Söndürülmüş Varoluş” şiirinde düşlerini ve tasarılarını olanaktan gerçekliğe dönüştüremeyen, gerçekliğin duvarını aşamayan bir kuşağın durumundan söz eder: “Odalar dardı sokaklar asker barikat ve kar/Göremedin kendini gerçekleştirecek alanları./Karanlık ve boş. Korkunç ve gizemli bulvar/Da bildiri ve postal işgale ediyor belleğini./Özlemlerine miydi sıkıbaskıyönetim terleyen gözlerine mi/Geçemedin verili koşulları sessizliğin şiddetini aşamadın./Bulamadın kendini ifade edecek imkanı/İçini, bastırılmış özlemlerini, sıkıştırılmış olanı./Tek boyutlulukla ıralanıyor artık ömrün/Gençliğim, diri yaşım, nemlendirilmiş dinamitim benim…”
Kayıran’ın şiirlerinde 12 Eylül döneminin etkileri, bireyin/öznenin varoluşsallığı içersinden dile getirilir. Toplumsal ve siyasal olanı, öznenin kendi deneyimlerine bağlı olarak işleyen Kayıran’ın söz konusu döneme ilişkin bazı belirmeleri şöyledir: “şeyleşmiş bir şimdiki zaman”, “ilişkilere bulaşan çöl iklimi”, “anlamın dışında” olmak, düşten uzaklaşan zaman. “68’den Geriye” şiiri, söz konusu dönemdeki arayışları, bir ütopyanın peşinde tükenen ömürleri ve bütün yaşananlardan sonra geriye ne kaldığını sorgulayan tavrıyla dikkati çeker. Kayıran, yaşanan acılı deneyimlere öznenin iç dünyasına yansımalarıyla ve belleğin süzgecinden geçirerek sunar, sorgulayan bir bilincin soruları çerçevesinde. Bu bağlamda okunması ve değerlendirilmesi gereken en önemli şiirlerden biri “Bir Firar Masalı”dır.
Şiirin 3.2 ve 3.3 nolu bölümlerinde sorguda işkence yapılan tutuklunun durumu, işkencecilerin konuşmaları aktarılır. 12 Eylül işkencenin yaygın bir uygulamaya dönüştürüldüğü bir dönemdir. 3.3 nolu bölümde yer alan şu dizeler işkence yapanların insani duygu ve değerlerden ne kadar uzak olduğunu ortaya koyar: “konuş lan diyor, öt lan/birbirine kenetleniyorken kırılıyor/dişlerim, yüzümde bir tokat/bir tükürük, lan ağzı kanadı/bu ibnenin diyor, çocukluğa/mahrum kalmış bir ses/evini terk ederken kalbini/evinde unutmuş bir ses/akıyor/sökük tırnakların arasından/akıyor içime”.
İşkence kadar idamlar da 12 Eylül döneminin iz bırakan olaylarıdır. Bunlar arasında özellikle 17 yaşında olduğu için yaşı büyültülerek idam edilen Erdal Eren, dönemin simge kişilerinden biri olarak Kayıran’ın şiirinde de yer alır. “Necdet götürüldü. Bilinmiyor/Yaşar İsmail bilinmiyor/Nadir yitik. Yitik ergenlik Erdal/Eren kardeşim soğuk koridor/Ben yürüyor gibi ben asılıyor/Gibi boynunda kement”. Kaybolan, nereye götürüldüğü, başına gelen geldiği bilinmeyen kişilere de gönderimde bulunan şiir, hayatını kaybedenlerle özdeşlik kurarak derin bir insani duyarlılığı ve dayanışmayı ifade eder. Burada söz konusu olan “ölüm ve yalnızlık duyarlığı”dır. Şiirin 4.1 nolu dizeleri okuyalım. “Bu/ölüm ve yalnızlık duyarlığı/Genişletiyor belleğin sınırlarını/Kuşatıyor varlığımı o zaman/Yaşarken ayrıntıda kalan/(…) Yansıyor…Düşünürken/Anlıktaki bilginin çekirdeğine/Ömrümün derinliklerine Karşı-Dünya özlemine/Yansıyor…Kavrıyorum o zaman/Her insanın aradığı olanak/Belleğinin küllerinden kanatlanarak/Buluyor kendi gerçekliğini…”
Öznenin ulaşmak istediği düşlerini, gerçekleştirmek istediği olanakları, belleğe dayanarak gerçeklikle ilişkilendirmesi söz konusudur. Ancak burada işaret edilen olanaklar, 12 Eylül’ün ezip geçtiği özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerlere dayanan bir toplum ve yaşama biçimi olanağıdır. Ancak yine de yaşanan dönemin şiddetine ve söz konusu düş ve olanakların uğradığı yenilgiye rağmen, öznenin belleğinde saklı tutulması, hem bir anımsama işlevine hem de geleceğe yönelik bir beklenti ve umudun korunması işlevine gönderimde bulunur. Burada Benjaminci anlamda gelecekte gerçekleşecek bir kurtuluşun kapısını açabilecek anahtarın geçmişte, belleğin külleri arasında saklanması söz konusudur. Kayıran, öznenin geçmişine, deneyimlerine sahip çıkarak bir bakıma şimdiki zamanda bir ölçüde hiçliğe yaklaşan varoluşun bunalımını ve çıkmazını anlamlandırma doğrultusunda bir yaklaşım sergiler. Varoluşunu sürdüren öznenin, süregiden ömründe geçmişinin ve kaybettiği arkadaşlarının yer aldığını görürüz. Bu nedenle yaşanılan hayatın anlamı, öznenin belleğinde anısını taşıdığı arkadaşlarından ve onların gerçeklikle buluşmayı arzulayan olanak ve tasarılarından da kaynaklanır. “Arkadaşlarımın ölümüdür uzayan ömrüm/Doyumsuz kalmış isteğin ekildiği toprak/Yedi kişinin varlığını taşıyor bu yüzden/İçimde kendi varoluşunu arayan olanak”.
Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu kitabının sonunda yer alan “yolları çatallanan bahçe” adlı bölümde, Kayıran’ın yitip giden arkadaşlarına ilişkin şiirsel notları yer alır ve her biri nokta noktalarla tamamlanmadan bırakılır. Kayıran’ın hem arkadaşlarına ve onların değerlerine sahip çıkmasını hem de bu kişileri yutan 12 Eylül döneminin karanlık girdabına yönelik eleştirisini ortaya koyan bu notlar kitapta yer alan şiirlerin arka planının anlaşılması bakımından da önemlidir.
Değerlendirme:
12 Eylül dönemi belli bir ölçüde sanat ve edebiyatta ve şiirimizde yansımasını bulmuştur. Döneme tanıklık eden pek çok eserin kaleme alındığını görürüz. Belki gün ışığına çıkmayan ama döneme doğrudan tanıklık eden çalışmalar da olabilir. 12 Eylül’ü dile getirmeye çalışan şairlerin başlıca iki öbekte karşımıza çıktığını saptayabiliriz. Ahmet Oktay, Ahmet Telli ve Gülten Akın gibi daha eski tarihlerden bu yana şiirle uğraşanların yanı sıra 1980 sonrası dönemde şiire başlayan ya da şair kimlikleri bu yıllarda beliren şairler: Nevzat Çelik, Yücel Kayıran vb. Elbette her iki öbeğe de dahil olacak şairlerin uzun bir listesi yapılabilir. Şüphesiz 12 Eylül döneminin izlerini şiirlerinde bulabileceğimiz başka şairler de vardır. Bunların her biri ayrı birer araştırma/yazı konusudur.
Yazımı Can Yücel’in “Yakın Tarih” şiiriyle bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum: “Gün gelir bu işe bu millet de şaşar/Tam kurşun işlemez deminde karanlığın/Bir ateş böceğidir başlar.”
Kaynakça:
Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY, 1995.
Ahmet Oktay, Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi, Tan Yayınları, 1981
……………., Kara Bir Zamana Alınlık, Ada Yayınları, 1983.
……………., Toplu Şiirler, YKY, 2002.
Ahmet Telli, Saklı Kalan, Yazko Yayınları, 1981.
…………….,Su Çürüdü, Dayanışma Yayınları, 1982.
……………., Belki Yine Gelirim (1984).
Gülten Akın, Ağıtlar ve Türküler, Toplu Şiirler II, 1972-1983, YKY, 2004.
Ataol Behramoğlu, Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, Adam Yayınları, 1993.
Nevzat Çelik, Şafak Türküsü, Epsilon Yayınları, 2005.
……………., Müebbet Türküsü, Epsilon Yayınları, 2005.
Yücel Kayıran, Felsefi Şiir-Tinsel Poetika, YKY, 2007.
………………,Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu, Ekin Yayınları, 1997.
……………….,Beni Hiç Göremezsin, , Ekin Yayınları, 2004.
Can Yücel, “YakınTarih”, Yazko Edebiyat, 4. sayı, Şubat 1981.
Bu yazı Mesele Kitap dergisinin Eylül 2010 tarihli 45’inci sayısında yayınlanmıştır